Kampa geldiğimden beri bir rüyadaydım sanki. Birinin ‘Haydi kalk.’ demesinden o kadar korkuyordum ki… Etrafta dövüşenler, kanatlı, farklı atlar. Herkes kendi derdindeydi. Buraya geldiğimden beri benim yanımda duran ve bilgi veren kızı pek de dinlemiyordum doğrusu. Herkes gibi ben de kendi derdimdeydim. Kız yanımdan uzaklaşınca yalnız kalığımı hissettim. Nereye gideceğimi bilmeden olduğum yerde çivilenmiştim sanki. Bana denileni hatırladım birden. ‘Demeter kızı.’ İleride gördüğüm Demeter Kulübesine doğru ilerledim. Çevresi çiçeklerle sarılmış bina kendisini gösteriyordu zaten. İçimde karşı konulamaz bir heyecanla içeriye girdiğimde yüzüme çarpan toprak kokusunu içime çektim. Mükemmel. İçerisi huzur verici olsa da benim için oldukça gergindi.
Tahtadan duvarlar, pencerenin önünde bulunan çiçeklerle süslenmişti. Etrafta dolanan iki üç kişi dışında içerisi tamamen boş denebilirdi. Bu saatte içeride olmak istemezdi kimse. İleride sarışın bir kızın yanına gittim. Diğer liderlerden farklı olarak resmi olmamaya çalıştım. Diğerlerine karşı oldukça soğuk davranmıştım çünkü. “ Merhaba.” Ona döndüğümde çok benzediğimizi fark ettim. Benimki gibi saçlarıyla aynı renkte gözler, pembe dudaklar, düzgün pürüzsüz bir yüz. Ansızın unuttuğum şey aklıma geldik; kardeştik. Bu kulübede olmasının nedeni buydu, o da ben gibi Demete kızıydı. Annemin kızıydı. “Hoş geldin, Charleen ben. Kısa zamanda alışırsın umarım.” Yüzüme masumane bir gülümseme yayıldı. Bir anda alıştığımı hissettim. “ Camillia ben de. Alışacağım. Kendimi… kendim gibi hissediyorum.” Evet, artık gerçek bendim. Burada, ben gibi birileriyle beraber mutlu olacaktım elbet. Benliğime dönmüştüm çünkü. Gülümseyerek iyice yaklaştım 16 yıl sonra öğrendiğim kardeşime.