Olimpos Rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Olimpos Rpg

Percy Jackson ve Olimposlular ile Olimpos Kahramanları serilerinden esinlenilerek oluşturulmuş, zirvedeki rpg forum sitesi.
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Rüya Âlemi / Uyku Sarmaşıkları

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Tiffany Trully
Apollon'un Çocuğu
Apollon'un Çocuğu
Tiffany Trully


Mesaj Sayısı : 1885
Kayıt tarihi : 11/10/10

Rüya Âlemi / Uyku Sarmaşıkları Empty
MesajKonu: Rüya Âlemi / Uyku Sarmaşıkları   Rüya Âlemi / Uyku Sarmaşıkları Icon_minitimeC.tesi Mayıs 14, 2011 9:10 am

Sabah güneşi yüzüme vururken uyandım. Başta çok erken olduğunu sandım ama sonra saate baktığımda hazırlanıp çıkmam gerektiğini fark ettim. Yatağımdan hızlıca kalktım. Hayatım boyunca yatağımı düzeltme gibi bir huyum olmadığı için hiç uğraşmadan banyoya gittim. Yüzümü yıkadıktan sonra aynaya baktım. Çok korkunç görünüyordum. Dün gece iyi uyuyamamıştım. Gözaltlarım morumsu bir renkteydi. Ben bu halimle nasıl bir oyun daha oynayacaktım? Sinirle banyodan çıktım ve pencerenin yanına giderek pencereyi açtım ve dışarı baktım. Kampta korkutucu bir sessizlik vardı. Bu sessizliği bozan tek şey kuşların neşeyle şarkı söyler gibi ötüşmesiydi. Adeta ağaçların arasından tüm dünyaya haykırıyorlardı. Bir an ben de onlara eşlik etmek istedim ama bunun çok saçma olacağını da çok şükür düşündüm. Kuşlar ağaçlardan ağaçlara Tarzan gibi geçerken bende gökyüzüne baktım. Babam her zamanki en yakışıklı hallerinden biriyle gökyüzüne doğru yükseliyordu. Ondan süzülen sıcaklık ve ışık tüm dünyayı sarmalıyordu. Resmen dünyaya bensiz bir hiçsiniz demek istiyordu. Bu da aşırı derecede doğruydu. Yüzüme doğru vuran sabah güneşinin verdiği rahatlık mutluluğu da beraberinde getiriyordu. İçim bir hoş olmuştu. Ancak sanki babam bana bir şey anlatmak istiyordu. Biraz düşününce bu güzellikler arasında oyunu unuttuğumu fark etim. Hemen “Sağ ol baba.” dedim ve pencereyi kapatmadan dolabıma gittim. İçerisinin tertemiz bir havayla dolması çok iyi geliyordu. Gerçekten akciğerlerime kadar işliyordu ve beni baştan aşağıya yeniliyor gibiydi. Dolabımın kapağını açtım ve ne giysem diye düşünmeye başladım. Bu oyun için giyeceğim şeyi söylememişlerdi. Yani serbestti ve pek önemi yoktu. Ben bundan bunu anlamıştım. Ancak yine de tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Nasıl bir kıyafet giysem diye düşünmeye başladım. Birincisi rahat olmalıydım, ikincisi ne çok kalın ne de çok ince olmalıydı. Bir iki saniye düşündükten sonra eşofman giymeye karar verdim. En mantıklısı oydu. Siyah eşofmanımı çıkardım ve üzerime giydim. Sonra da dolabımın kapağını kapattım. Burada işim kalmamıştı. Boy aynamın karşısına geçtim. İlk önce üstüme çeki düzen verdim. Sonra da yüzüme iyice baktım. Gözaltımdaki morlukları kapatmam gerekiyordu. Pek makyaj yapan bir insan değildim ama bu durumda yapmam gerekiyordu. Makyajla morlukları kapatmaya başladım. Beş dakika sonra işim bitti. Gayet iyi görünüyordu. Kendimi Afrodit kızı gibi hissettim. Zorlu bir oyun oynayacaktım ve ben özenle makyaj yapmıştım. Bu duruma daha fazla yorum yapılamazdı. Aynadan çekilip odama baktım. Başka bir şeye ihtiyacım olur mu diye düşünüyordum. Şunu getirin falan dememişlerdi. Dolayısıyla çanta falan da almayacaktım. Tek şeyi yanımda götürecektim o da yay-ok takımımdı. Elim, bunu düşününce refleks olarak boynuma gitti. Güneş şeklindeki kolyemi tuttum. Yay-ok takımım yerli yerinde duruyordu. Bunun dışında bir şey almayacağıma göre artık gidebilirdim.

Odamdan çıktım ve kardeşlerimi uyandırmamak için ses yapmamaya çalışarak kulübemden çıktım. Kardeşlerim oyundan hemen önce bana destek olmak istiyorlardı ama sabahın körü olduğu için bir türlü kalkamıyorlardı. Belki de böylesi daha iyiydi. Kamp meydanına doğru giderken oyunu düşünmeye başladım. Ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Ancak birinci oyuna bakılırsa bu oyunun da zor olacağı rahatlıkla anlaşılıyordu. Bu beni korkutuyordu. Zaten heyecan falan kalmamıştı. Birinci oyundan sonra tüm heyecanım gitmişti. Şimdi sadece merak ve biraz da korku vardı. Oflayarak bu düşünceleri başımdan savdım. Başka şeyler düşünmeliydim. Yürürken etrafımı incelemeye başladım. Ağaçlar sıra sıra yol verir gibi uzanıyordu. Kuşların sesleri hâlâ kulağıma geliyordu. Bu gülümsememe yol açtı. Bir ağacın tepesine baktığımda iki kuş gördüm. Birlikte cıvıldaşıyorlardı. Renkleri biraz garipti: Turuncu, kırmızı ve beyaz. Bu tür kuşu daha önce gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Gerçi kuş türlerini daha da doğrusu hayvan türlerini pek bilmezdim. Bu kuş türünü bilmemem de normaldi. Kuşların üzerine güneş yansımasıyla gökyüzüne bakmam bir oldu. Gökyüzü masmaviydi. Sanki dünya bir kürenin içindeydi ve bu küre açık maviyle boyanmıştı. Gökyüzünün boya olmamasını tek belli eden şey beyaz renkteki birkaç bulut kümesiydi. İnsan dikkatle bakmazsa onların orada olduğunu bile anlayamayabilirdi. Bulutlar sola doğru ilerliyor gibi görünüyordu. Bu haliyle bir arabaya benziyordu. Güneş yani babam onların arkasından yavaşça geliyordu. Bu iş tam bir saatteki yelkovan- akrep ilişkisine dönmüştü. Doğa beni her zaman şaşırttığı gibi yine şaşırtmıştı.

Gökyüzüne baka baka kamp meydanına geldim. Burada yarışmacılardan bir çoğu vardı. Onların yanına gittim ve selam verdim. Hepsi benim gibi meraklı görünüyordu. Oyunun ne zaman açıklanacağını bilmiyordum. Ortalıkta Kheiron falan yoktu. Gerçi on iki melezin beşi de ortalıkta yoktu. Kheiron gelse bile onları bekleyecektik. Lex içimizden en heyecanlı olandı. Ona sakin olmasını söyledim ama ben de artık heyecanlanmaya başlamıştım. Başka şeylerle uğraşmak iyiydi de beklemek insanı mahvediyordu. Kafamdan sürekli tehlikeli oyunlar kuruyordum. Uçuruma atlamak falan gibi. Yüzümün gittikçe domates gibi kızardığını hissediyordum. Bir zorlu oyunu daha çekebileceğimden emin değildim ve bütün oyunları geçersem, on bir oyun daha oynayacaktım. On bir birbirinden zor oyun. Kardeşlerimin bana çok güvenmesi tüm gücümle gayret etmemi sağlıyordu. Aklımdan elenmek gibi bir düşünce geçiremiyordum. Mecburen sonuna kadar mücadele edecektim. İleride Marcus’u gördüm. Buraya doğru geliyordu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu ama ben onun da heyecandan öldüğünü biliyordum. Marcus’u iyi tanırdım. Şu an her erkek gibi duygularını saklıyordu. Yanıma geldiğinde konuşmaya başladık. Konuşmalardan da yanılmadığımı anladım. Bayağı hararetli konuşuyordu ama en azından ne dediğini biliyordu. Beraber oyunla ilgili fikirler üretmeye başladık. Ancak bir süre sonra bulduğumuz dehşetçe fikirlerden korkup aklımızı başka şeylere yönlendirdik. En güzel şey olan doğadan bahsetmeye başladık. Ancak doğa aklımıza ilk oyunu getirince bunun da hiç iyi bir fikir olmadığını anladık. En iyisi konuşmamaktı. Uzun bir süre aramızda ölüm sessizliği oldu. Ben buna ölüm sessizliği diyordum çünkü kendimi ölüme gidiyormuş gibi hissediyordum. Çok şükür ki bu fazla uzun sürmeden Clay yanımıza geldi. Buraya en son gelen her zamanki gibi o olmuştu. Ona baktığımda gülümsemeden edemedim. Saçı harika olmuştu, makyajı ise çok ustaca. Bu haliyle defileye gidebilirdi. Dayanamayarak “Çok güzel olmuşsun, defileye mi gidiyorsun?” diye sordum. Clay “Hayır canım. Kendime moral veriyorum.” dedi. Bir Afrodit kızı için bu mantıklı gelmişti. Bu oyun çok zorlu olacaktı ve kendi kendine moral veriyordu. O zaman fark ettim de ben de sürekli güneşe bakıyordum. Demek ki insan istemeden de olsa kendine moral vermeye çalışıyordu. Moralini yükseltecek şeyler yapıyordu. Bu çok mantıklıydı.

Ben bunları kara kara düşünürken Marcus ve Clay hareketlendiler. Başta ne olduğunu anlayamadım ama sonra onların baktığı yere bakınca Kheiron’u gördüm. Yüzü yine mahkeme duvarı gibi ifadesizdi. Ben, ne zaman Kheiron’a bakınca bir şeyler anlayacağım ki? On iki melez Kheiron’un yanına geldik. Hepimiz sabırsızca onun konuşmasını bekliyorduk. Kheiron ise hepimize bakıyor, göz teması kuruyordu. Belli ki düşüncelerimizi, duygularımızı öğrenmek istiyordu. Benimle de göz teması kurunca nefesimi tuttum. Kheiron’un gözleri okyanuslar kadar derindi ve bu beni korkutuyordu. Kheiron bana bakmayı kesince diğer melezlere bakmaya başladı. Ben de rahatlayarak nefes almayı unuttuğumu fark ettim. Derin derin nefes almaya başladım. Bu sırada Kheiron da konuşmaya başladı. “Hepiniz ikinci oyunun kimlere ait olduğunu ve nasıl bir oyun olduğunu çok merak ediyorsunuz değil mi? Bunu gözlerinizden anlamak hiç zor değil. Sizi daha fazla bekletmeden açıklama yapıyorum. Oyunun sahipleri Demeter ve Hypnos.” Kheiron sözlerini tamamlayınca sol tarafa baktı. Ben de sol tarafa bakınca orada küçük bir bina olduğunu gördüm. Bina dediysem büyük bir şey değildi. En fazla tek odası vardı, hadi bilemedin iki. Rengi ise yeşil ve mordu. Bunun nereden çıktığını bilmiyordum ama orman gibi bir yere gitmeyeceğimiz için çok mutlu oldum. Küçük bir odada en fazla ne olabilir ki? Ne kadar rahatladığımı anlatamam. Kheiron “Tek tek melezler içeriye girecek. Hypnos ve Demeter içeride.” dedi. Sonra Kate’i işaret etti. Kate tereddütlü bir şekilde binaya girdi. Biz de hiç konuşmadan beklemeye başladık. Herkes tek tek alınacağına göre bayağı bir zaman bekleyebilirdik. Buna asla itiraz etmezdim. Yanımızda Kheiron olduğu için hiç konuşmuyorduk. Bu benim huzurumu bozuyordu. Konuşmak hatta bağırmak istiyordum. Kheiron’un yüzüne bakınca bu isteğimden vazgeçtim. Çünkü her an bizi öldürebilecek bir ifadesi vardı veya ben kendi kafamdan uyduruyordum. On beş dakika geçtikten sonra Kheiron Sat’ın gitmesini istedi. Sat hiç bekletmeden gitti. Kate daha çıkmamıştı. Ne yani içeride miydi? Onu da hemen hemen aynı sürede bekledikten sonra sırayla Marcus, Drake ve Alexis de gitti. Onlardan sonra Kheiron beni çağırdı.

İkinci oyun benim için başlıyordu. Bir mahkûmun idama gidişi gibi ben de binaya girdim. Binaya girince şaşırdım çünkü içeride Kate, Sat, Marcus, Alexis hiçbiri yoktu. Anlaşılan başka bir kapı daha vardı. Bir odaya girdim. Burada Demeter ve Hypnos vardı. Onların dışında bir yatak, yanında sehpa, sehpanın üzerinde ise bardakta bir şey vardı. Onun ne olduğunu bilmiyordum ama iğrenç görünüyordu. Yatak ise hem çok eski hem çok sade hem de çok dandik duruyordu. Yatak başlığı falan tahtadandı. Yatağın örtüsü ise mor rengindeydi. Üzerinde çiçek desenleri vardı. Sehpa ise kahverengiydi ve iki çekmecesi vardı. Büyük ihtimalle bu iki çekmecede boştu. Demeter “Oyuna hazır mısın melez?” diye sordu. Korkarak ona baktım ve mecburiyetten “Evet.” dedim. Sesim biraz kısık çıkmıştı ama Demeter ve Hypnos buna aldırış bile etmedi. Hypnos “O zaman yatağa yat ve uykuya dal, istersen Demeter’in bitki çayından da içebilirsin.” dedi. Sonra da ikisi de odadan çıktı. Odada tek başıma kalmıştım ve hiç memnun değildim. Beş saniye kadar kapıya baktım. Kapı da tahtadan yapılmıştı ve beyaz rengindeydi. Arkamı dönüp odaya bir daha göz gezdirdim. Odanın bir penceresi olmadığını yeni fark ediyordum. Bu biraz moralimi bozmuştu. Dışarıyı görmek her zaman iyi gelirdi. Burada kendimi hapsolmuş gibi hissediyordum. Yatağa gidip oturdum. Benden uyumamı istemişlerdi. Bu çok saçmaydı, uyuyup ne yapacaktım ki? Bu soruyu sormamla aklıma dank etmesi bir oldu. Oyunun sahiplerinden biri de Hypnos'tu. Anlaşılan uykumda bir macera yaşayacaktım. İyi güzel de ben nasıl uyuyacaktım? Çok heyecanlıydım ve hiç uykum yoktu. Gerçi yatınca uyuyacağımı çok iyi biliyordum çünkü çok yorgundum. Yastığıma bakarken gözüm Demeter’in bitki çayına takıldı. Bu nasıl bir bitki çayıydı? Resmen çamurdu. Tam sıvı olmayışı da bunu anlatıyordu. Bardağı aldım ve iyice incelemeye başladım. Bunu içip içmeyeceğimi bilmiyordum. Tek bildiğim midemin bulanmaya başlamasıydı. Çabuk bir karar vermeliydim yoksa hiç iyi şeyler olmayacaktı. Bunu buraya koyduklarına göre içmem gerekiyordu. Hem Demeter hazırlamıştı. Onun hazırladığı bir şeyi içmem diyemezdim. Gözlerimi kapadım ve tek elimle burnumu kapadım. Sonra diğer elimle tuttuğum bardağı içtim ve anında sehpaya geri koydum. Tek nefesle içmiştim çünkü diğer türlü içemezdim. Tahmin ettiğim gibi tadı da görüntüsü kadar iğrençti. Öksürmeye başladım. Bunu da içtim ya artık her şeyi yapabilirdim. Aklım başka bir evrende gibi yatağa uzandım ve gözlerimi kapadım. Hiçbir şey düşünmüyordum. Karanlıkta kendimi kaybettiğimi fark ettim. Sanki gidiyordum ama bu öyle normal gitmelere benzemiyordu. Bir süre sonra kendimi başka bir yerde buldum. Buranın neresi olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Biraz ileride değişik bir sarmaşık türü başlıyordu ve göremediğim yerlere kadar uzanıyordu. Şaşkınlıkla etrafıma bakınıyordum ve nerede olabileceğimi anlamaya çalışıyordum. Nedense elimde bir kağıt olduğunu çok sonra fark ettim. Kağıt mor rengindeydi ve yeşil renkte yazılar vardı.

Kâğıtta; "Merhaba melez! Artık düşsel macerana başladığına göre, yapman gereken görevi öğrenmenin de vakti geldi. Senden istediğimiz şey, Hayat Ağacı'nı bulup meyvelerinden birini alman ve sonrasında uyanman. Uyanmak için yapmak gereken tek şey, bu dünyada uyumak. Eh, eğer görevini tamamlayamadan uyursan bu, gerçek hayatta uyandığında kendini diskalifiye olmuş olarak bulman anlamına geliyor. Hypnos'tan bir ek bilgi; Uyumak, düş görmek, düşlerden faydalanmak veya düş seyahatine çıkmak, birbirinden farklıdır. Derin bir uyku yalnızca insanı dinlendirirken, bilinçli düşler ona bilgelik kazandırır. Amaçlı uykular, hüsrana uğratmaz." yazıyordu. İlk okuyuşumda ne demek istediğini anlayamadım ve baştan sona bir kez daha okudum. Bu oyunda benden Hayat Ağacı’ndaki meyveyi almam isteniyordu. Ancak çok büyük bir problem vardı. Ben Hayat Ağacı’nın ne olduğunu bilmiyordum. Nereden onu bulup meyvesini alacaktım ki? Kâğıdı sıkıca tuttum ve etrafıma tekrar bakındım. Burası sonsuz gibi görünüyordu. Yürümeye başladım. Sarmaşıkların yanına gidiyordum. Sarmaşıkların boyu bana bayağı bir uzun gelmişti. Onlara biraz daha yaklaşınca koku algılamaya başladım. Kokunun neye benzediğini çözemedim ama uykum gelmeye başlamıştı. Art arda esniyordum. Sarmaşıklar hareket etmeye ve bana doğru gelmeye başladı. Onların benim uykumu getirdiklerini anladım. Bunlar uyku sarmaşıklarıydı. Hepsini yok etmem gerekiyordu ama uyku sarmaşıkları ismi aklımı başıma getirdi. Bunlar bitkiydi. Onları yok edemezdim çünkü bu oyun Demeter’in oyunuydu. Onlardan kurtulmanın başka bir yolunu bulmalıydım. Etrafıma bakındım. Kaçacak yer arıyordum ama her yerde bu sarmaşıklardan vardı. Çayırlık resmen sarmaşıklar tarafından istila edilmişti. Yan tarafta birkaç ağaç gördüm. Daha dikkatli bakınca ağacın tepesinde bu sabah gördüğüm kuşları gördüm. Turuncu, kırmızı ve beyaz renkteki, türünü bilmediğim iki kuş. Yine birlikte cıvıldaşıyorlardı. Esnemelerim giderek artıyordu. Aklımı toparlamam gerekiyordu. Kuşlara bir daha baktım. Bir dakika daha kafamı çalıştırdıktan sonra anahtarın ne olduğunu buldum. Burayı ben yaratıyordum. Onlar benim bilinçaltımdı. Gökyüzüne baktım. Gökyüzü yine sabahki gibiydi. Beyaz bulutlar zor fark ediliyordu ama ben odaklandıkça daha netleşiyordu. Burada en önemli şey eksikti; güneş. Gökyüzüne bakıp odaklanmaya başladım. Güneşi çıkartmalıydım. Yavaş yavaş gökyüzünde sarı bir şey belirmeye başladı. Bu güneşti. Daha fazla odaklandım. Artık güneş tüm parlaklığıyla ortadaydı. Sarmaşıklara baktım. Canavar gibi bana doğru geliyorlardı. Zorlasam keskin dişlerini de görebilirdim. Gözlerim ağırlaşmaya başladı. Acilen bir çare bulmam gerekiyordu. Aklıma bir fikir gelmesi için güneşe baktım. Ona bakınca her zaman dahice fikirler gelirdi. Hem uyumamamı da sağlıyordu. Yüzüme vuran güneş adeta beynime fikirler yerleştiriyordu. Aklıma her zamanki gibi iyi bir fikir gelmişti. Odaklanmaya başladım. Havayı bayağı sıcaklaştırmam gerekiyordu. Böylelikle sarmaşıklar sıcaktan mayışacaktı. Ancak fazla sıcak da yapmamalıydım çünkü ölebilirlerdi. Sarmaşıkların ölmemesi gerekiyordu. Sıcaklık giderek artıyordu ve ben de yanıyordum. Yavaş yavaş yüzümden terlerin aktığını hissedebiliyordum ama ben sarmaşıklar kadar çok etkilenmiyordum. Bana doğru gelen sarmaşıklar durdu ve geri çekilmeye başladılar. Bu duruma itiraz eder gibi bir halleri vardı. Artık sivri dişleri olan canavara değil, uslu bir bitkiye benziyorlardı. Gittikçe yere bayılır gibi yatıyorlardı. Artık sıcaklık son yüksekliğe geldiğinde sarmaşıklar pes etti ama sadece onlar pes etmemişti. Ben de pes etmiştim. Yere oturdum ve gözlerimi ovuşturdum. Her yerimden terler akıyordu. Anlaşılan her oyunda böyle yanacaktım. İlk oyunda da yanmıştım. Sıcaklık normale dönmeye başladı. Cehennem sıcağı geçtiğinde ben de kendime geldim ama sarmaşıklar hala kendilerinde değildi. Anlaşılan uzun bir süre de kendilerine gelemeyeceklerdi. Ayağa kalktım ve yürümeye başladım. Nereye gittiğimi, ne yapacağımı hiç bilmiyordum çünkü Hayat Ağacı'nın ne olduğunu bilmiyordum. Sonsuz bir yerde yürümek çok saçma geliyordu ama bir çözüm yolu bulmak için ayrıntı arıyordum. Uykuyu yavaş yavaş üzerimden atıyor, kendimi zinde hissediyordum. Kuşların bulunduğu ağaç çok geride kalmıştı. Ancak ağaç dışında manzara aynıydı. Güneş yine bana gülümseyip içimi ısıtıyordu. Gökyüzü ise gerçeği anlatıyor, alabildiğince uzanan bitkiler ise dikkatli olmamı söylüyordu.

Bir süre daha yürüdükten sonra ileride birkaç ağaç gördüm. Ancak bunların türleri ilk geldiğimde gördüğüm ağaçlardan farklıydı. Hızlı hızlı yürüyerek ağaçların yanına gittim. Yanlarına tam gelmiştim ki karşıma biri çıktı. Jet gibi geldiğinden hem başta kim olduğunu anlayamamıştım hem de korkmuştum. İki adım geri attıktan sonra ona dikkatle baktım. Bu kişi bir yerden bana tanıdık geliyordu. Yüzünde tatlı bir gülümseme, gözlerinde değişik bir çekicilik vardı. Bu kadına hemen kanım ısınmıştı. Kim olduğunu biraz düşündükten sonra onun büyücü Medea olduğunu hatırladım ve irkildim. Şu an büyük bir sorunla karşı karşıyaydım. Medea "Merhaba!" dedi. Hiç cevap vermeden ona bakıyordum. Medea benim konuşmayacağımı anlayınca "Burada ne işin var?" diye sordu. Sesi o kadar tatlıydı ki karşı konulamazdı. "Hayat Ağacı'nı arıyorum." dedim. Medea'ın gözlerinde bir an olsun sinsilik gördüm ama hemen eski haline dönmüştü. Medea "Meyvesini mi alacaksın? Bunun için bu ağacın gövdesine girmelisin. Meyvesi içinde." dedi. Medea yandaki ağacı gösteriyordu. Ağaç hiç güzel ve iyi görünmüyordu. Bir yerlerde bir gariplik vardı ama ne? Medea'ya şüpheli gözlerle baktım ama hemen gevşedim. Nedense ona güveniyordum. Ancak güvenime rağmen bu Hayat Ağacı ile ilgili bilgi almak istiyordum. Bunu Medea'dan öğrenecektim. İçimden bir ses doğruyu söylemeyecek, onun için onu şarkı söyleyerek hipnotize et diyordu. İçimdeki ses haklı olmasa bile bu riske alınmayacak bir şeydi. Hem şu an bana büyü yaptığı için ona güveniyor olabilirdim. Kendimi toparladım ve şarkı söylemeye başladım.Şarkım nedense Medea'ya pek etkilemiyordu ama bu onu duraksatmıştı. Hiç durmadan şarkıma devam ettim. Bir süre sonra Medea konuşmaya başladı. "Bu Hayat Ağacı. Gövdesine biri girince onun özünü alıp meyve veriyor. Meyvesini yiyen kişiye sağlık kazandırıyor." dedi. Onun bu sözleri üzerine şok oldum. Gösterdiği ağaç gerçekten Hayat Ağacı'ydı. Ancak az kalsın Medea'ya kanıp yok olacaktım. Hayatta olmama içimdeki sese borçluydum. Yaşadığım şoktan yararlanan Medea hipnotizenin etkisinden kurtuldu ve bu sefer o beni büyülemeye başladı. "Haydi, Tiffany zor değil." diyordu. Kendimi toparlayıp ona kanmamalıydım. "Hodri meydan!" dedim ve ben de diğer bir şarkıma başladım. Amacım ağaca onu yem etmekti.

Medea beni susturmaya çalışıyordu. Bense pes etmeyerek ona karşı koyuyordum ama o daha güçlüydü. Ondan etkilenmemek için sesimi yükselttim ve Medea'ya bakmamaya başladım. Sesim öyle yüksek, öyle etkiliydi ki ben öne geçmeye başladım. Medea'nın üstünlüğü kalmamıştı. Şimdi o zor durumdaydı. Bense daha rahattım. Şarkımı sürekli söylüyor, her defasında daha etkili oluyordum. Medea ağaca yaklaşmaya başladı. Başarıya ulaşmam an meselesiydi. Medea her ne kadar karşı koymaya çalışsa da artık hiçbir etkisi yoktu. En sonunda ağacın tamamen yanına geldi ve ağacın gövdesine girdi. Hayat Ağacı onu hemen içine aldı ve Medea yok oldu. Ne olduğunu anlamamış bir ifadeyle dona kalmıştım. Bu korkutucu bir şeydi. Hele hele kendimi Medea'nın yerinde düşününce daha da dehşet verici oldu. Kocaman gözlerle ağacı izlerken bir süre sonra ağacın dalında bir meyve oluştu. Bu meyveyi hayatımda hiç görmemişti. Hiçbir meyveye benzemiyordu. Hayat Ağacı'na gidip meyveyi alıp almamakta tereddüt ediyordum. Bunun bir tuzak olmasından korkuyordum. Tabii ağaç da bana hiç yardımcı olmuyordu. Çok korkunç bakıyordu. Yavaş yavaş ağaca yaklaşmaya başladım. Hayat Ağacı'na doğru her adım atışımda kalbim daha da hızlanıyordu. En sonunda ağacın yanına geldim ve meyveye uzandım. Meyveyi tutar tutmaz ise koşarak ağacın yanından ayrıldım. Hayat Ağacı hiçbir şey yapmamıştı ve hala sapa sağlamdım. Yine de Hayat Ağacı'ndan iyice uzaklaşmam gerekiyordu. Koşmaya başladım. Ne kadar uzak, o kadar iyi. Yeterince uzaklaştıktan sonra durdum ve meyveyi incelemeye başladım. Avucuma sığacak kadar küçük bir şey nasıl insana sağlık verebiliyordu ki? Meyve kırmızı rengindeydi ama normal bir kırmızı değildi bu. Kırmızının bambaşka bir tonuydu. Resmen önemli olduğunu ve hayatı anlatıyordu. Meyveye baktıkça onu yemek istiyordum. Yüzyıllarca yaşamak ne kadar güzel olurdu ama bu meyveyi yersem çok büyük ihtimalle oyundan diskalifiye olurdum. Notta böyle bir yazmıyordu ama tahmin etmek zor değildi. Bazı şeyleri yazmaya gerek yoktu. Diskalifiye olmam çok kötü olurdu çünkü kardeşlerim çok üzülürdü. Onun için bu meyveyi yememem gerekiyordu. Meyveye bakmaktan uyku sarmaşıkların yavaş yavaş kendilerine gelmeye başladıklarını zor fark ettim ama artık bir önemi yoktu çünkü burada işim bitmişti. Tabii sarmaşıklar yüzünden uyumak tehlikeli geliyordu çünkü bu sarmaşıklar hiç dost canlısı görünmüyordu. Onlar tamamen kendilerine gelmeden uyumam gerekiyordu. Yoksa ölebilirim ki bunu hiç istemiyorum. Meyveyi sımsıkı tutarak yere uzandım. Sonra derin derin nefes almaya başladım. Gökyüzüne bakıyordum. Hiçbir değişiklik yoktu. Babam hâlâ dünyamı aydınlatıyordu ve huzur veriyordu. Kafamı başka şeylere yoğunlaştırmamla beraber iyice rahatlamıştım. Gözlerimi kapadım ve bu dünyadan ayrılmaya başladım. Beş dakika kadar bir süre sonra gözlerim kendiliğinden açıldı. İlk etabın ikinci oyununa başladığım odadaydım. Hemen yataktan kalktım ve Demeter'le Hypnos'u gördüm. Onları görür görmez elime baktım. Meyve hala avucumdaydı. Bu beni sevindirmişti. Bu kadar tehlikeden sonra kaybetmek istemezdim. Meyveyi onlara verdim. Böylece oyun bitmiş oldu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Athena
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Athena


Mesaj Sayısı : 5210
Kayıt tarihi : 16/08/10

Rüya Âlemi / Uyku Sarmaşıkları Empty
MesajKonu: Geri: Rüya Âlemi / Uyku Sarmaşıkları   Rüya Âlemi / Uyku Sarmaşıkları Icon_minitimePaz Mayıs 15, 2011 11:01 am

Betimlemeler ve benzetmeler oldukça başarılıydı.
Birçok kelimesi birleşik yazılır. Birkaç yerde zaman çatışması vardı.
Çay kurgusunu tam olarak katmamışsın, yani içmişsin ama oyunda sana getirdiği bir yarar veya zarardan bahsetmemişsin.
Kurgusal açıdan iyiydi.

Puanın; 88!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://olimpos.my-rpg.com
 
Rüya Âlemi / Uyku Sarmaşıkları
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Son Fedakarlık / Uyku Sarmaşıkları
» Bölüm 2: Uyku Sarmaşıkları
» Hançer / Uyku Sarmaşıkları
» Rüyaya Yolculuk / Uyku Sarmaşıkları
» Rüyadaki geçişler / Uyku sarmaşıkları

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Olimpos Rpg :: Etkinlikler :: Tanrıların Oyunu :: Etap # 1-
Buraya geçin: