Pegasusumla beraber uçarken hem etrafı izliyor, hem de şehrin güzelliğine hayran kalıyordum. Evet, Paris'i seviyordum, ne de olsa on senemi burada geçirmiştim ve alışmıştım bu şehre. Türkiyeyi özlemiyor değildim ama uzun zamandır oraya gitmediğimden bir ara oraya gitmek istiyordum. O şehrin ışıklarını, güzelliğini unutmuştum. Özlemle iç çekerek aklımdaki Türkiye'den çıkarak şimdiye yani Paris'e döndüm. Burasını görünce bir gülümseme beliriyordu yüzümde. Ne çok anım geçmişti burada. Abim ile geçirdiğim zamanlar, Luke, -üvey- ailem. Ne kadar yabancı gelse de bu şehir bana bir o kadar da yakın geliyordu aslında. Pegasusum aşağı doğru inişe geçtiğinde etrafıma bakmayı bırakarak pegasusuma döndüm. Durmasını istediğim yeri daha önce de söylemiştim, benim, abimle bizim son geldiğimiz kafede. Evet, belki başkaları kendime acı çektirdiğimi düşünebilirlerdi ama bu konuda yanılıyorlardı. Buraya gelince ne kadar hüzünlensem de mutlu oluyordum sonunda. Zaten ağlamamaya ve güçlü olmaya söz vermemişmiydim Andrew'e? Şimdide sözümü tutuyordum. Gülümsedim ve kampı düşündüm. Evet, artık kamptaki arkadaşlarım, dostlarım, abim benim herşeyim olmuşlardı. Bir çok dostum vardı ve hiç biri beni yalnız bırakmıyordu. Bunu düşünerek pegasusumdan indim ve onu hiç bir insanın göremeyeceği karanlık bir alana bıraktım. Ardından biraz ötede olan kafeye giderek kendime kahve söyledim. Eh, bende Türk kızıydım, her ne kadar babamdan nefret etsem de ve kahvelere düşkündüm. Sipariş ettiğim kahve gelince bir yudum aldım ve etraftaki koşuşturmayı izlemeye başladım. Çok geçmeden karşıdan bana dik dik bakan bir insanı fark ettim. Neden baktığını anlamamıştım. Gözlerimi kısarak önce kendimde bir şey var mı diye baktım, ardından da karşımdaki çocuğa döndüm. Tabi bunun çocuk olmadığını fark etmemle ayağa fırlamam bir oldu. Burada sis perdesi canavarları oldukça iyi kapıyor, görmemizi zorlaştırıyordu. Parayı masaya bıraktıktan sonra kafeden ayrılarak mantikora doğru ilerlemeye başladım. Yanına vardığımda bilekliğimi hızla kılıca çevirerek sapladım. Bu mantikorun beni nasıl burada bulduğunu anlamıyordum, hem de bu kadar insanın içinde. Ama bu sonra düşüneceğim bir konuydu. İlk olarak bu canavarı öldürmem lazımdı. Bir kaç kılıç darbesi ve suyun boğması sayesinde canavar yok oldu. Derin bir iç çektim ve pegasusumun yanına gittim. Bugün bir mantikoru çekmiştim üzerime ve daha fazlasını kaldıramazdım. Birden telimin titremesiyle her şeyin farkına vardım. Abim Drake'den gelen mesajla aklım başıma geldi. Ben telimi nasılda açık unutabilmiştim! Kendime bir kez daha kızarak pegasusuma bindim, telimi kapadım ve daha fazla belayı üzerime çekmeden hızla kampa doğru yol almaya başladım.