Kulübemde sıkıldığım için dışarı, Long Island kıyısına çıktım. Getirdiğim küçük çantanın içinden renkli bir örtü çıkartıp kuma serdim ve üstüne oturdum. Suyu izlerken yanımda bir ışık parladı. Işık sönünce o tarafa bakınca dilim tutuldu. Deniz Tanrısı , karşımda duruyordu. Önünde diz çökünce kalkmamı söyledi. Kalktım ve çantamdaki ambrosiadan verdim. Ağzına attıktan sonra küçük örtüme oturdu ve yanına oturmam için örtüye vurdu. Yanına oturup sordum.
"Tanrım, buraya gelmenizde önemli bir neden var mı?"
"Var. Hekate ile aramız iyidir. Ben de onun iki çocuğunun babasını bulmasında yardımcı olmak için geldim." dedi. İki çocuğun babası mı? Gözlerimi kırpıştırarak Poseidon'a baktım.
"Suya bak Hekate kızı." dedi. Ben de dediğini yaptım. Suda renkler belirdi ve mantıklı bir görüntü oluşturdu.
20 yaşlarında bir adam ve bir kadın dizlerine kadar gelen suyun içinde koşuşturuyor, birbirlerine su atıyorlardı. Kadın, annemdi. Ama adamı tanımıyordum. Bronz-sarı saçları güneşte parlıyordu ve yeşil gözleri mutlulukla ışıldıyordu. Suratında tanıdık bir gülümseme vardı. Annemi yakaladı va kaslı göğsüne bastırdı. Sonra saçlarını yüzünü öpücüğe boğdu. Annem de adamın boynunu yanaklarını öpüyor, ellerini sırtında gezdiriyordu. Öyle, sarmaş dolaş bir şekilde durduktan sonra görüntüler kayboldu. Tanrıya teşekkür edince o gitti. Ben de sırtüstü yatarak bu adamın bana neden tanıdık geldiğini anlamaya çalıştım. O adam babamdı, tamam, bana benzemesi doğaldı. Ama sorun bu değildi.
O sırada bir ses düşüncelerimi böldü. Lee, bana sesleniyordu. Bronz-sarı saçları güneşte parlıyordu ve yeşil gözleri ışıl ışıldı. Ayağa kalktım ve ona doğru koştum. Sonra, normalde asla yapmayacağım bir şey yaptım, ona sıkı sıkı sarıldım. Gözyaşlarım, tişörtünü ıslattı. Lee, şaşkınlıkla konuştu.
"Hoppalaaaaaa!"
Sanırım , öz ağabeyimle konuşmam gereken bir konu vardı.