Kardeşim Jacquenetta bana tüm kampı akşama kadar gezdirdikten sonra sona sakladığı bu muhteşem yeri göstermek üzere beni içeri itti. Neredeyse burnum kırılıyordu diyebilirim çünkü içerisi müthiş bir şekilde pislik kokuyordu. Kokudan gözlerimi açamıyordum.
"Korkma Kim! Gözlerini yakmaz. Sen sadece gözlerini aç ve ayaklarının götürdüğü pegasusun yanına git." dedi kıkırdayarak. Kapıdan içeri girdiğimde gözlerimi açtım ve havayı zor da olsa solumaya başladım. İçeride bin bir çeşit kanatlı at vardı. Pembesinden tutunda siyahına kadar... Hepsininde boyunlarında ufak bir kartta isimleri yazılıydı. Çok hoş isimlerdi bunlar... Jacquenetta'nın beni kapıdan dikkatle izlediiğini farkedebiliyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum önce ama aynı onun dediği gibi oldu. Ayaklarım bir köşede sessizce duran bir pegasusa doğru ilerliyordu. Bembeyaz tüyleri vardı ve simsiyah gözleriyle tam gözlerimin içine bakıyordu. Sanki bana sesleniyordu. Yavaş ve ürkek adımlarla yanına gittim. Eğildim ve çenesini hafifçe okşadım. Bana neredeyse gülümsediğine yemin edebilirdim. Yavaşça bana doğru sokuldu ve hafif mırıltılar çıkardı. Bu bir dişiydi. Her yeri bembeyazdı ama bir yeri hariç... Kanatları adeta altından işlemelerle kaplıydı ve buda onu asil gösteriyordu.
"Ne kadar güzelsin sen böyle... Sen... Suki'sin."
Onun benim olduğunu hissediyordum. Jacquenetta tam bu sırada arkamdan seslendi.
"Evet! Suki senin kardeşim."
Memnnun olmuştum çünkü ilk günden harika bir pegasusum vardı. Yandaki torbadan minik elmaları aldım ve beslemeye başladım onu, Suki'mi.