Tamam, kardeşlerimden Pegasus Ahırları hakkında bir çok şey duymuştum ve bu benim merak etmemi sağlamıştı. Lia'nın dediğine göre, pegasuslarla sadece biz Poseidon çocukları konuşabiliyorduk. Bu da oldukça güzel gibi görünüyordu. Ahırlara doğru yürümeye başladım. Tamam, pegasus ahırları denince aklınıza kanatlı atların uçuştuğu bir cennet gibi bir yer zannedersiniz. Ama, normal bir ahırdan farklı değildi. İlk olarak koku çok kötüydü. Burnumu tutarak, içeri girdim. Etrafta, bir çok kanatlı at vardı. Bunların hepsi değişik renklerdeydi. Doğrusu hiç birine ısınamamıştım. Poseidon çocuğu olduğum için, hepsi bana tapıyorlardı ve buda benim çok ilgimi çekmiyordu. Gözüme bembeyaz bir pegasus takıldı. Gözleri deniz mavisiydi. Kanatlarında mavi çizgiler vardı ve buda onu çok sevimli yapıyordu. Pegasus benim yanıma geldi. Nedense diğerlerinden tiksindiğim gibi ondan tiksinmemiştim. Hemen ona ısınmıştım. Pegasus, kişneyerek, yanıma geldi. "Nasılsın, patron ? dedi en sonunda. Gülümseyerek elimle sırtını okşadım. Pegasus buna sevinmiş gibi tekrar kişnedi. Oldukça sevecendi. Ceketimin cebimden bir kaç tane küp şeker çıkardım ve pegasusa verdim. Pegasusum şekerleri yerken, bir yandan da konuşuyordu. "Iım, le-leziz." dedi. Gülümsedim. Sanırım artık o benimdi. "Sana White Sea adını koyuyorum." dedim gözlerine bakarak. İsim sanırım hoşuna gitmişti ki bunu oldukça belli ediyordu. Elimi sırtından çektim ve görüşürüz anlamında bir şeyler mırıldandım. Pegasusum masmavi gözlerini bana dikti. "Tamam, patron. Görüşürüz sonra. Ama bir daha ki gelişinde daha fazla küp şeker getir." dedi kişneyerek. Cevabı karşısında gülümsedim. Beni anlayacağını tahmin ederek elimi salladım ve çıkışa doğru yürüdüm. Diğer pegasuslar bana hala kralmışım gibi bakıyorlardı. Yine de hepsine bir kaç küp şeker bıraktıktan sonra ahırdan çıktım. Sanırım ahırın ne kadar kötü koktuğunu unutmuşum diye geçirdim aklımdan. Temiz havayı içime çektim ve kulübeme doğru yöneldim.