Kulübemden çıkıp, ahırlara girdim. Bir pegasusum olsun istiyordum. Negia kendininkiyle hava atıp duruyordu. Ahıra girince içeride bir kıpırtı oluştu, renk renk pegasuslar kafalarını bana çevirdiler. Yavaş yavaş ilerleyip, etrafa göz gezdirdim. Hepsi birbirinden güzeldi, ama benim gözüme birtanesi takılmıştı. Yavaşça ona doğru ilerledim. Geldiğimi farkedince, kafasını kaldırıp buz mavisi gözleriyle bana baktı. Çekinerek elimi kömür karası yelesine dokundurdum. Hafifçe kişnedi. Elimi cebime attım ve biraz küp şekerle bir yavruhavuç çıkardım. Hemen yemeye başladı. Ben de onu seyretmeye başladım. Simsiyahtı, ama üzerinde gümüş ve altın renklerinde çizgiler vardı. Çizgiler düzensiz bir şekilde atılmıştı. Kanatlarındaki tüyler de de renkler vardı. Yine gümüş ve altın renkleri. Son şekerler de bitince kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Ceplerimi karıştırıp, boş olduğunu farkedince üzüntüyle pegasusa baktım.
"Ah, tatlım. Üzgünüm. Başka yok." dedim çaresizlikle. Ama pegasus, üzülmüşe benzemiyordu. Kafasını eğip yerdeki samanlardan bir parçasını burnuyla bana doğru iteledi. Ben de eğilip bir iki otu alıp ağzıma attım. Pegasus keyifle kişnedi ve yanağımı öptü. Yani onun gibi bir şey.
"Sana Auris diycem. Nasıl?" diye sordum. Auris, Aurora'dan geliyordu. Aurora da Kuzey Işıkları demekti. Ve pegasusumun da Kuzey ışıklarını andıran bir görünüşü vardı.