Gülümseyerek dengesini sağlayabilmesi için sağ elimi Lia'ya uzattım ve "Hey, unutma, ben de Poseidon çocuğuyum." dedim. Pek sevgili (!) üvey annemizin incilerinin kaybolduğunu söylemek için birkaç saat önce yayına, Sualtı krallığına çağırmıştı beni babam. Hiç huyum olmamasına rağmen okulu asmıştım, eh, sonuçta çağrı aldığım kişi Denizler ve Depremler Tanrısı'ydı. Tabii sonradan yanına gittiğime pişman olmuştum çünkü benden, incileri bulmakta Lia ve Tom'a yardımcı olmamı istemişti. Elbette ki kardeşlerime her konuda yardımcı olmaktan mutluluk duyardım ama o kadın -yani tanrıça- için... Elimi bile kıpırdatmak istemiyordum.
İlk şoku atlatmış olan Lia, "Senin ne işin var burada kardeşim?" diye sordu. Şaşırmakta haklıydı, son birkaç aydır kampa pek uğradığım söylenemezdi. Kendimi tutamayarak gözlerimi devirdim ve "Bildiğin şeyler kardeşim, Amphitrite ve inciler. Size yardımcı olmak için geldim." dedim. Amphitrite'in adını duyduğunda Tom gibi o da istem dışı olarak suratını buruşturdu. Anlaşılan bu göreve onlar da pek meraklı değillerdi. Duygularıma tercüman olan Tom, "Selamlaşma seramoniniz bittiyse, bir an önce bulalım şu inciyi artık." dedi. Sözlerini kafamı sallayarak onayladıktan sonra, yukarı doğru tırmanmaya başladım. Üzerimdeki kıyafetin beni çok çirkin gösterdiğini düşünüyordum, sabah şekil vermek için saatlerce uğraştığım saçlarım da deniz suyu yüzünden mahvolmuştu. Üstüne üstlük, aylardır kılıç antrenmanı bile yapmamış ve körelmiş olan ben, daha önce tırmanma duvarına sadece bir kez, Robyn ile tartışmak için gelmiştim. Peki, o zaman kendimde bu cesareti nereden buluyordum? Sorunun cevabını kesinlikle bilmiyordum ama tuhaf bir dua mırıldanmaktan kendimi alamadım: "Pekala baba, ben burada senin karın için hayatımı tehlikeye atarken, bir zahmet başıma bir iş gelmemesini sağla."