Sonunda Adelpha'nın bahsettiği kampa gelmiştim. Etraftaki melezlerin hiçbirine bakmadan annemin kim olduğunu öğrenmek ve onu bulmak istiyordum. Peki bulduğum da ne yapacaktım? Sarılacak mıydım? Karşı mı gelecektim? Sırtımı dönü babamın yanına mı dönecektim yoksa? Hiçbir şey bilmiyordum. Sarsak adımlarla Persephone'nin kampındaki odamdan çıktım ve yürümeye başladım. Persephone'nin hakkında birçok şey biliyordum, o sevdiğim Tanrıçalardandı onun annem olduğunu bilmeden önce. Şimdi sevmiyor muydum? Bilmiyorum. Aklım o kadar karışıktı ki. Hem ona kızıyor, hem ona sarılmak istiyor hemde ondan çekiniyordum. Yıllardır hayran olduğum Tanrıça annemdi ve ben onunla zamanı geldiğinde buluşacaktım. Heyecanım şimdiden hat safhadaydı. Onun karşında dururken de böyle olursam benim hakkımda ne düşünürdü? Ya benim fazla heyecanlı ve fazla duygusal olduğumu düşünürse? Tabii ki öyle değildim. Ama onu hayatım boyunca hiç görmemiştim. Sadece dillere destan olan güzelliğini biliyordum. Ona layık bir kız olmak için ne yapmalıydım? Sert mi görünmeliydim, acımasız mı? Sevecen, korunmasız mı? Başımı iki yana salladım ve yüksek sesle..
" Sadece kendin olacaksın şapşal. Sadece kendin. Ona gerçek seni göstereceksin." dedim. Sesimin etrafımda yankılanması kafamı kaldırmama ve nerede olduğuma bakmama yaradı. Yeşilin binbir tonu bu karanlık ve muhteşem ormanda bir aradaydı. Ormanın büyüsüne kapılmıştım. Etrafımdaki her şey hareket ediyormuş gibi geliyordu. Üzgün, endişeli ruh halim bir anda uçup gitmişti. Ormandaki canlı yeşillere, canlı turunculara, kırmızılara odaklanmıştım. Çeşit çeşit ağaçlar, yabani çiçekler, cıvıl cıvıl kuşlar... O kadar güzeldi ki kendimi adımlarımı ormanın içlerine, daha da içlerine atarken buldum. Heyecanıma ve etrafıma o kadar kendimi kaptırmıştım ki ne kadar ilerlediğimin farkına varmamıştım. En sonunda parlak renkler yerlerini soluk renklere bıraktı. Soğuk ve koyu yeşiller, ruhsuz kırmızılar, üzgün turuncular, sarılar... Renklerin tonundaki üzüntü, korku tüm bedenimi ele geçirmişti. Etrafımda dönüp durmaya başladım. Ben buraya nasıl gelmiştim? Kuzeyden? Güneyden? Hayır, hayır.. Tam Batıya gitmiştim. Bilmediğim bir yönden ilerlerken ağaçların birbirine ne kadar benzediğini fark ettim. Bir daire mi çiziyordum? Parlak renkler neredeydi? Ağaçlar her adımımda daha da sıklaşıyor, Güneş'in aydınlık ve yol gösteren ışınlarının ormanın içine süzülmesini engelliyordu. Etrafımdaki hışırtılar daha da korkamamı sağlıyordu. Şimdi ne yapacaktım? Bağırsam beni duyarlar mıydı bilmiyordum... En sonunda devrilmiş yaşlı bir ağacın gövdesine oturdum. Ellerimi çene dayadım ve düşünmeye başladım. Adelpha beni kurtarabilir miydi? Sonuçta o benim satirimdi. Cebimi yokladım. Telefon yanımda değildi. Muhtemelen küçük siyah çantamda bırakmıştım. Tam ümidi kesmiştim ki bir ses duydum..
"Her zaman Doğu'ya git kızım..." korkudan ürperdim ama yine de konuşmak için cesaret buldum.
" Doğu hangi taraf?" Hafif bir rüzgar karşımdaki ağacın dallarını savurdu. Yerde küçük bir hortum oluştu ve kurumuş sarı yaprakları ormanın içine doğru sürükledi.
" İşte o taraf. Dümdüz ilerle..."
Oturduğum yerden kalktım ve o yöne doğru ilerlerken arkama dönüp " Teşekkürler." her kimsen... dedim. Uzun bir yürüyüşün sonunda kampın ışıklarını gördüm. Derin bir nefes almıştım. Ama o da ne? Kaldığım odanın kapısında bir kız duruyordu. Kız kollarını göğsünde bağlamıştı. Duruşu tehditkardı. Ah, daha ilk günden azar mı yiyecektim yoksa? Bıkkın bir şekilde odamın bulunduğu yere yürüdüm.. Kız ne söyleyecekse susacak ve dinleyecektim. İlk günlerden 'kardeşlerimle' kavga etmek olmazdı....