Olimpos Rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Olimpos Rpg

Percy Jackson ve Olimposlular ile Olimpos Kahramanları serilerinden esinlenilerek oluşturulmuş, zirvedeki rpg forum sitesi.
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Tanrıçanın İpuçları / Renklerin Büyüsü

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Eduard Ryan Longrange
Hephaistos'un Çocuğu/Mitoloji Tarihi Eğitmeni
Hephaistos'un Çocuğu/Mitoloji Tarihi Eğitmeni
Eduard Ryan Longrange


Mesaj Sayısı : 1186
Kayıt tarihi : 31/10/10

Tanrıçanın İpuçları / Renklerin Büyüsü Empty
MesajKonu: Tanrıçanın İpuçları / Renklerin Büyüsü   Tanrıçanın İpuçları / Renklerin Büyüsü Icon_minitimePtsi Haz. 27, 2011 10:04 am

Gülümsedi; hiç olmadığı kadar mutluydu sanki. Mutluluk ve huzur… Nerede olduğunu önemsemiyordu; bu anı mahvetmemek için her şeyini verebilirdi. Farklı bir dünyadaydı adeta. Orada hiç bulamadığı huzur ve mutluluğu burada buluyordu. Güneş ise etrafındaki ağaçların arasında süzülmüş, rengârenk çiçekleri, kendine doğru yöneltiyordu. Sararmış çimenlerin arasından çıkıyordu bu çiçekler. İçinde bulunduğu ve bahçe olarak nitelendirdiği yerin sonsuz olduğundan şüphe etmeye başlamıştı, karşısına bakınca. Acaba ölmüş müydü? Evet, bu ihtimal oldukça normaldi. O zaman burasıda onun cenneti olmalıydı. Yalnız olmadığını haber veriyordu içindeki his; aslında bunun pek bir önemi yoktu. Mutluluğunu paylaşabilecek bir kişinin olmasını güzel bile sayıyordu. Evet, etraftaki huzurun büyüsü onu etkisi altına almış olmalıydı ki böyle bir şeyi düşünebilsin. Lakin o sıralar düşünebildiği tek şey, etrafın ne kadar muazzam olduğuydu. İlerlemeye başladı en sonunda. Etrafını dolaşmak istiyordu; bulunduğu yer oldukça merakını uyandırmıştı. Bastığı adımda daha ilginç bir şeyle karşılaşıyordu. Örneğin, hayatında ilk defa gökyüzünde on ikiden fazla gökkuşağı görüyordu. Bunlar bir ilkti! En sonunda önüne bakmayı akıl edebilmişti. Belli belirsiz bir şekil görüyordu. Lakin ne olduğunu çıkaramıyordu. Belki de bir muazzam bir şey daha? Kim bilebilirdi ki? Kendini hiç olmadığı kadar özgür hissediyordu; istediği yere gidebiliyor, her şeyi yapıyordu. Sonunda o aptal kurallar ve kısıtlamalar yoktu. Her gün o lanet olası eğitimler yoktu. Ah, bu dünyada yaşamak için nelerini vermezdi ki… Adımlarını sıklaştırmasıyla birlikte, görüntü daha fazla netleşiyordu. Ne olabilirdi ki? Şaşkınlıkla ilerlemeye devam etti; sanırım hiçbir zaman içindeki merak duygusunu öldüremeyecekti. Tam anlamıyla netleşen şekil, sonunda onu durdurdu. Şaşkınlık içerisinde bakıyordu bu muazzam yapıya. Ana renklerle süslenmiş bir evdi. Aslında bu yapıya ev demek pek doğru olmazdı. Belki de bir şato… Evet, tam anlamıyla onu andırıyordu. Acaba gördükleri hayal falan mıydı? Şapşal bir şekilde gülümseyerek, yapıya doğru ilerledi. Adımlarını sıklaştırdıkça, ne kadar büyük olduğunu görüyordu bu yapının. Derin bir nefes aldı. Hayatında bir daha hiç böyle bir şey görmeyebilirdi. Eh, bunu değerlendirse oldukça iyi olacaktı. Sonunda durdu. Önünde yaklaşık iki metre boyunda, tahtadan yapıldığı için üzerinde oldukça çizik bulunduran, bir kapı vardı. O şans ki, kapının önünde anahtar deliği veya zil yoktu! Ah, burayı New York’la karşılaştırmasa iyi olacaktı. Düşünmesi bile berbattı. İçeriye girmesi gerektiğini biliyordu; sanki ilahı bir güç oraya girmesini söylüyordu. Kapıya dokundu; teninin, tahta zeminle temas etmesiyle birlikte, üstünde, daha çok kazınmışa benzeyen yazılar oluşmaya başlamıştı. “İstiyorsan ulaşmak amacına, yönlendir güneşi, kapının tam ucuna!” Tamamının İngilizce olmasına sevinmişti; Antik yunanca konusunda, doğrusunu isterseniz pekiyi değildi. Bu sözlerden sonra, gözleri ilk olarak tahta kapının ucuna doğru gitti. Oldukça eskilere aitmiş gibi görünen bir güneş sembolü çizilmişti. Yani güneşi, o sembole mi yönlendirmesi gerekiyordu? “Ama nası-“ Sözlerini, biraz yanında duran ayna yarıda kestirmişti. Tabii ya. Yüzündeki tebessümle beraber elleri, aynayı kavradı. Doğrusunu söylemek gerekirse, okuldaki fen derslerinde hep başarılı olmuştu. Bunun nedeni ise o dersin bilgi değil de sadece uygulama gerektirmesiydi. Bir yandan açıları hesaplamaya çalışırken, diğer yandan da aynayla, güneşi kapıya doğru yönlendirmeye çalışıyordu. Bunun tahmin ettiğinden de zor bir iş olduğunu itiraf etmesi gerekiyordu. Güneş ışınını kapıya yönlendirmeye başarmıştı. Lakin önemli olan tam yerine yansıtmaktı! Nefesini tutarak, aynanın yönünü değiştirmeye başladı. Biraz, daha… Evet! Güneşin tam olarak o işarete yansımasından sonra söylemişti bu sözleri. Bir iş yapmanın verdiği mutlulukla, büyük bir gürültüyle açılmış olan kapıdan içeriye doğru koşar adımlarla ilerlemeye başladı.

İçerisi dışı gibi muazzamdı. İçi de ana renklerle, boyanmıştı. Kapıdan içeri geçtiği anda kendini girişte bulmuştu. Tavanda ise, Hogwarts’ı oldukça andıran bulutlar vardı. Tekrar, yüzüne bir tebessüm yayılmıştı. Biraz ilerisinde de merdivenler vardı. Derin bir nefes alarak merdivenlere doğru ilerledi. Merdivenlerin kaç tane olduğunu veya daha ne kadar çıkacağını bilmiyordu ama merdiven yığınlarını çıkınca, aklından, “bu şatonun uzunluğu göründüğünden daha yüksekmiş” düşüncesi gelmiyor değildi. O kadar ilerlemesine rağmen önünde sadece merdiven ve merdiven vardı. Daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Yani bu basamaklar onu gökyüzüne mi çıkarıyordu ne? Bu ihtimalin gerçek olabilme durumu karşısında, yüzündeki tebessüm silinmişti. Ah, neden buraya girmişti ki sanki? Şuanda sararmış çimlerin üzerinde yatıyor olabilirdi yani. Tüm huzurunun kaçtığı da söylenemezdi. Basamakların yanındaki duvarlara birçok resim işlenmişti; elinde şimşeğiyle Zeus… Karşısında da bir beden vardı. Bu da Kronos olmalıydı. Resmin üstünde de, farklı bir dilde yazılar yazılmıştı. Bunda fazla takılmamaya çalışarak önüne baktı. Sonunda merdivenler bitmişti! Hiç, bir şeye bu kadar sevinebileceğini düşünmezdi. Eh, yorgunluktan bayılmak üzere olan herkes onun gibi düşünürdü. Biraz ileride ise açık bir kapı vardı. Hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi. İçeri girer girmez oluşan Tık sesi kapının kapandığını bildiriyordu ona. Nedense kendini hiç, güvende hissetmemişti (!) Oldukça büyük bir taht odasıydı bulunduğu yer. Onu diğer odalardan ayıran fark ise, etrafın ana renklerle süslenmemiş olmasıydı. Doğrusunu isterseniz odada duvar bile yoktu. Sanki bir hiçlikte gibiydi. Ama bunlara rağmen oldukça güzel görünüyordu. Yani, Eduard’ı büyülemeyi başarmıştı. Aklına gelen ilk soru nerede olduğuydu; bunu ilk defa düşünüyordu. Burada bunu sorabileceği birileri mutlaka olmalıydı! Etrafa baktı; Odanın tam ortasında olan tahtta bir beden vardı. Şaşırmasına rağmen bu suret, oldukça tanıdık geliyordu ona. Gözlerini kıstı. “Siz kimsiniz acaba? Ayrıca, burası da neresi?” Kaşlarını çatarak sormuştu bu soruları. Gerçekten merak ediyordu; Lakin varlığın, gözlerinin onun üzerinde olması pek, iyi bir işaret değildi. Beline kadar uzanan parlak, siyah saçları öylesine doğal ve güzeldi ki… Suretin güzelliği karşısında donmuştu resmen; Varlığın güzelliği karşısında büyülenmiş olmalıydı. Bunlara rağmen oldukça aşinaydı bu bedene. “Ben Gökkuşağı tanrıçası İris… Sende benim ülkemde bulunuyorsun.” Gözlerini kapattı; bunlar oldukça karmaşıktı. Tanrıça İris’i daha önce görmemesine rağmen, neden bu kadar tanıdık geliyordu ona? Merakla, tekrar gözlerini araladığında tanrıça orada değildi. Şaşkınlıkla etrafına baktı. Acaba gördükleri bir hayal miydi? Yüzüne tekrar bir tebessüm yayılmıştı. Bir hayalin içinde hayal görmek… Tahta doğru yaklaştı. Daha önce göremediği bir şey vardı üzerinde. Gözlerini kıstı; kâğıda benzer bir şey miydi? İyice yaklaştığı zaman bunun, tahmin ettiği gibi oldukça eskimiş, rulo bir kâğıt olduğunu gördü. Üzerinde nota benzer yazılar vardı. Eline aldı notu. Aniden kulağına gelen ayak sesleri sonunda notu okumaya fırsatı bile olmadan cebine tıkıştırdı. İlk aklına gelen, biraz önündeki ve üstünde Sakın girmeyiniz! yazılı bir dolaba girmekti. Burası bir tanrıçanın odası değil miydi? Her şey olabilirdi yani. Ama korku içine işlemeye başlamıştı işte. Yaptığı şeyin kimsenin görmemiş olmasını dilemekten başka seçeceği yoktu zaten…

“… Eduard Ryan Longrange, Tanrıça İris ve Hekate seni bekliyor.” Gözlerini açtı en sonunda. Kısa bir süreden sonra nerede bulunduğunu anlayabilmişti. Kheiron’un bu sözleri üzerine, bütün gözlerin ona dikildiğini görebiliyordu. Daha demin gördükleri de neydi öyle? Bunların hepsinin bir rüya olamayacağını neredeyse biliyor gibiydi. Aklına gelen bir düşünce, yüzünde tebessüm açmasını sağlamıştı. Tanrıça İris mi? Acaba bu rüyayı görmesini o sağlamış olabilir miydi? Neden bunu yapmıştı ki peki? Daha doğrusu görevinde ne yararı olacaktı? Aklına ister istemez, taht odasından aldığı not geliyordu. Onu nereye koymuştu? Tabii ya, cebine! Eli hemen cebine doğru ilerlemeye başladı. Parmakları, kâğıda benzer, pürüzsüz bir nesneye dokunmasıyla birlikte yüzündeki tebessüm daha da arttı. Kheiron’un çatık kaşlarının, onu daha fazla bekletmemesi anlamına geldiği az çok anlıyor gibiydi. Derin bir nefes alarak, Kheiron’un gösterdiği kapıya doğru ilerledi. Kapı, her ne kadar tarih öncesine aitmiş gibi görünsede birkaç yıl önce, çatlaklar ve çizikler, mavi bir boyayla kapatılmış olmasına rağmen, kapının üzerinde hala çizikler yok değildi. Elini kapının koluna doğru uzatmıştı. Yutkunarak, sola doğru çevirdi yavaşça. Tlink! Kapının açılma sesi, içindeki heyecan ve korkunun daha da büyümesine sebep olmasına rağmen içinden bir ses bu etabı tamamlayacağını söylüyordu. Açılan kapıya doğru ilerlemeye başladı bu seferde. Kendisini fazla zor olmasa da oldukça akıl karıştırıcı bir görevin beklediğini söyleyebilirdi…

Odayı aydınlatacak bir enerji olmadığı halde oldukça loş ve büyüktü. Her ne kadar Eduard’ın okulundaki fizik laboratuvarına benzesede oradan bile fazlasıyla büyük ve genişti. Havadan ise oldukça hoş bir koku geliyordu burnuna. Biraz önünde ise, altından sandığı bir masa vardı. Masanın üzerindeki şey ise Eduard’ı şaşırtmayı yetmişti. Deney tüpü mü? Yani dördüncü oyun bu muydu? Yüzünde bir tebessüm belirdi aniden. Tüm görevi sadece deney tüplerini karıştırmak mıydı? Bu kadar kolay olmayacağını bilsede aklına pek fazla bir şey gelmiyordu bu deney tüpleri ile yapılacak bir şey. Yaklaşık yedi tane kadardılar. Aynı Eduard’ın okulundakilere benziyorlardı. Yani fazla bir fark yoktu. Yani, tüplerin bir özellikleri de yoktu. Bu sefer Eduard’ın gözü etrafı taramaya başlamıştı; biraz ilerisinde iki tane beden vardı. Birinci beden daha çok aşina geliyordu ona. İkisinin de siyah saçları ve yeşil gözleri vardı. Bu benzerliklerine rağmen, ikisi de farklı bir güzellikteydi. İris’i görmüştü zaten rüyasında; o zaman yanındaki diğer bedende Hekate olmalıydı. Büyü Tanrıçası ve deney tüpleri… Aslında bu biraz mantıklıydı. İris, biraz daha öne çıkarak gözlerini Eduard’a sabitledi. “Hoş geldin Hephaistos oğlu. Burada görebileceğin gibi boş, yedi deney tüpü var. “ Eliyle, biraz ilerideki masanın üstündeki nesneleri gösteriyordu. Birkaç saniye sonra konuşmasına devam etti. Senden, istenilen ise, sihrin rengini elde etmendir. Bu konu hakkında hiçbir fikrin yok. Eğer, Hekate ile sakladığımız ipuçlarını bulursan işin daha kolay olur Hephaistos oğlu. Lakin bunları bulmak, her melezin yapabileceği bir şey değil.” Sözlerini bitirdikten sonra gözlerini Eduard’dan ayırdı. Sanki bir şey anlatmak istiyordu ona; genelde tanrıçalar görevlerinde ona çok yardım etmişlerdi. Örneğin Bahar Tanrıçası Persephone… Göreve çıkmadan önce onu uyarması sayesinde hayattaydı belki de. Eğer annesiyle gitseydi, halattan düşebilirdi doğal olarak. Artık tanrılara karşı inancı başlıyordu nedense. Birkaç saniye sonra, cebindeki notu çıkardı ve üzerinde yazanlara göz gezdirdi. Eğer arayacaksan, sihrin rengini; bulmalı sihrin saf hallerini. Oldukça kafa karıştırıcı olmasına rağmen, mantıklıydı da. Saf deyince aklına ilk olarak beyaz geliyordu. Sonra da elementleri temsil eden diğer renkler… En saf renk… Beyaz… Tabii ya! Aklına gelen ani bir düşünceyle gülümsedi; su! Ama burada onu nasıl bulacaktı ki? Not bu kadardı. Tanrıçanın bıraktığı ipuçları nelerdi acaba diye düşünmekten kendini alamıyordu. Tekrardan yüzünde bir tebessüm belirdi. Gözleri biraz ilerideki siyah dolaba takılmıştı. Üstündeki yazı bu kadar mutlu etmişti onu: Sakın girmeyiniz Bu yazının ona bu kadar aşina olmasının nedeni ise, hayalindeki dolabın aynısı olmalıydı. Eğer, orada da bir dolap varsa, buda, bu dolap, İris’in ülkesine açılıyor demekti! Hiç bu kadar kendisiyle gurur duymamıştı; genellikle bu kadar iyi planlar üretemezdi. Son zamanlarda bu konuda gelişmişti sanırım. İlk defa bir ders, onun hayatını kurtarmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu iğrenç bir şeydi. Fazla vakit kaybetmeden, üzerinde tozların ve çiziklerin var olduğu dolaba doğru yürüdü ve kapağını açtı; Birkaç saniye sonra tekrar o taht odasındaydı.

Ama sanki burası değişmiş gibiydi; yani, geçen gördüğünde görmediği bir kapı vardı ileride. Nasılda bu kadar büyük bir yapıyı daha önce fark edememişti ki? Gülümseyerek ilerledi. Her adımında, daha önceden göremediği yeni şeyler fark ediyordu; şuan hayalde olmadığını bilmesine rağmen daha çok şeyin farkına varmak ve burada gerçekte bulunmak oldukça güzel bir duyguydu. İlerliyordu durmadan. Mağaraya benzeyen koridor boyunca bir ize bile yaklaşmamıştı. En sonunda durdu. Tuhaf bir koku alıyordu; daha çok… Islak tüy kokusu gibiydi… -Bir köpeği vardı da...- Tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu bu koku. Daha doğrusu, korkunç bir şekilde… Ondan başka bir varlığında nefes aldığını öğrenmek cesaretini pek arttırmamıştı nedense! Durmadan belinde asılı duran bıçağını çekti ve etrafına baktı. Hırlamalar daha çok artıyordu. Üstüne bir varlığın atladığını hissetti. Bir cehennem tazısı! Ah, ne zamandır gökkuşağı tanrısının ülkesinde cehennem tazıları vardı? Bıçağını üstüne atlayan tazıya savurdu. Bu aynı şekilde birkaç kere daha devam ettikten sonra Eduard bıçağını tazının kalbine doğru sapladı. Kollarındaki çizikler dışında bir şeyi yoktu. Son zamanlarda eğitimlere katılmıyordu. Belki de bu yüzden formunda değildi. Biraz ileride bir kutu vardı. Ona doğru koşarcasına yürüdü ve açtı. İçinde su vardı! Tüm suyu deney şişesine doldurduktan sonra ilerlemeye devam etti. Etrafında bıçakla oyularak çizilmiş birçok efsaneyi anlatan resimler çizilmişti yine. Bu duvarların hemen altında ise iskeletler vardı. Burada ondan önce birilerinin olduğuna sevinse mi üzülse mi bilememişti şimdi. Sarkıtların düşmemesi için oldukça yavaş ve dikkatli bir şekilde yürüyordu. İleride bir tane daha sandık görmüştü. Gülümseyerek sandığa doğru ilerledi. Daha bir adım atmıştı ki yukarıdaki sarkıtlar hareketlenmeye başladı; her ne kadar şu an yaşadığı durum depreme benzese de ondan çok daha tehlikeli ve farklıydı. Sarkıtlar yavaşta olsa düşmeye başlamıştı. Burası yıkılıyordu. Düşen parçaları bıçağı ile engelledikten sonra sandığa doğru koşmasıyla beraber, duvarlar iyice yaklaşmaya başlamıştı. Ah! Bedeninin sıkıştığını hissediyordu. Bunu başarmalıydı! Zorla da olsa, bütün gücünü sergileyerek, kendini ileri doğru attı. Kolunun kırıldığına yemin edebilirdi… Bu acıyı fazla önemsemeyecekti. Çünkü onu bekleyen daha korkunç (!) sorunların olduğunu biliyordu. Geriye tek bir sandık kalmıştı. Havayı saymıyordu çünkü, ona zaten en baştan beri sahipti. Gülümsemeye çalışarak, ikinci sandığa doğru ilerledi. Sandığı açtı. İçinden küçük toprak parçaları çıkmıştı. Onları da deney tüpüne ekledikten sonra ilerlemeye devam etti. Uzun bir yol kat ettikten sonra, durdu. Çünkü üçüncü sandığı görebiliyordu. Sandığa neredeyse bir metre uzaklığındaydı ve hiçbir tuzak yoktu! Tuhaf bir şekilde sırıttı ve sandığa doğru uzattı elini. Uzatmasıyla beraber, yerin sarsılmaya başlaması ve delinmesi başladı. Delik topraktan çıkan bir varlık görüyordu. Şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı! Karşısındaki titan İapetos’tu. Gözleri büyümeyi başlamıştı. Bunu yenmesi imkansızdı çünkü karşısındaki ölümsüzlük tanrısıydı. Aklına gelen tek şey, babasından yardım istemekti. Lütfen baba… Bununla birlikte titanın saldırısını püskürttü ve sandığa doğru koştu. İçindeki çakmağı ve tahtayı aldı. Tahta parçasını yakıp, tüpe attıktan sonra, babasından tekrar yardım isteyip çakmağı tekrar çakarak, tüm ateşi titana doğru gönderdi. Birden ateş her tarafını sardı ve onu bu diyardan aldı.

Gözlerini tekrar açtığında aşina bir odadaydı. Gökyüzüne bakarak gülümsedi. Teşekkürler baba… Elinde bir tane boş şişeyle birlikte, içinde toprak, su ve ateş bulunan toplam dört tane deney tüpü vardı. Fazla zamanı kalmadığını biliyordu. Tüm deney tüplerini oradaki masaya yerleştirmesiyle birlikte oluşan ilahi ışığı izledi. Parlaklığı o kadar yüksekti ki… Bir süre sonra ışık durdu ve karşısındaki yeni renge baktı. İçinde neredeyse milyonlarca renk taneciklerinin dans ettiği bir eserdi adeta… “Tebrikler Hephaistos oğlu. Başardın!”

Spoiler:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Tanrıçanın İpuçları / Renklerin Büyüsü
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Aşk ve Sihir / Renklerin Büyüsü
» Bölüm 1: Renklerin Büyüsü
» Renksiz Renk / Renklerin Büyüsü
» Zafer Yarası / Renklerin Büyüsü
» Renk Havuzu / Renklerin Büyüsü

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Olimpos Rpg :: Etkinlikler :: Tanrıların Oyunu :: Etap # 2-
Buraya geçin: