Nereus'un yanından ayrıldıktan sonra öğrendiğimiz bilgiyle doğruca Las Vegas'a gittik. Her yeri ışıklar ile parlayan şehirin üzerinde uçarak (Ki Tenebroso görünebileceği için bunu fazlasıyla dikkatle yapmalıydık) yavaş yavaş ilerliyorduk. Melanie somurtuyordu (bence bu babasını hala bulamamış olmasından kaynaklanıyor). "Hey Mel, neşelen biraz. Tekmeleyecek bir baba (Benim açımdan bizi bu kadar uğraştırdığı için tekmelenmesi gerek) bulamamış olmamıza karşın hala hayattayız. En azından bu da bir şeydir." dedim. Melanie'nin ne düşündüğünü biliyordum : Klasik Kat sözleri. Neden her zamann bu kadar alaycı olmak zorunda? Bakışları da bu düşüncemi doğrulyordu. "Of Kat. Yeter artık!" dedi Mel. "Tamam. Susuyorum. Ama gece kalacak bir yer bulmamız gerekiyor ve bence şu otel gayet iyi görünüyor." dedim ışıklarla parıldayarak dikkat çeken büyük bir yapı gösterdim. Mel "Tamam. Ama çabuk olalım. Bütün gece gökyüzünde kalmak gibi bir niyetim yok." diye sızlandı. Tenebroso'yu bir arasokağa indirdim ve yelesini okşayarak (tabi o da başını iki yana hırçınca salladı. Kendisine evcil bir hayvan gibi davranılmasından nefret ederdi.) "Geceyarısından sonra sana yiyecek bir şeyler getiririm." diye fısıldadım kulağına. O binanın arkasına saklanırken biz de ışıklandırılmış yoldan geçerek gösterdiğim yapıya ulaştık. Bu yollardan geçerken kendimi Hollywood yıldızı gibi hissettiğimim itiraf ediyorum. Binanın önüne gelince yüksek sesle yazan yazıyı okudum "Olust Ohelt Ev Ukamhnea". Sanki disleksiden bir şey anlamıştık da! Neyse, bunu umursamadan içeriye girdik ve çevreye bakınmaya başladık. Tam ortada bir dans pistinde insanlar dans ediyor, çevredeki masada boşalmış şarap kadehleri duruyordu. "Harika, tam Dionisos'luk yer. Herhalde buraya gelip birkaç kadeh devirmiştir." dedim Melanie'ye. Bir an gözgöze geldik ve aynı anda "Buradan çıkmalıyız!" dedik. Fakat arkamıza dönüp bir adım atamadan birkaç garson "Lütfen efendim, Lotus çiçeklerinden birkaç tane alın. Otelimizin ikramıdır." diye takılmış plak gibi tekrar edip üstümüze doğru gelmeye başladılar. Biz "Hayır istemiyoruz, zaten burada kalmayacağız bile!" dedikçe onlar daha da ısrar ediyorlardı. En sonunda dayanamayıp içlerinden bir tanesinin suratına yumruk attım. Anında tepetaklak yere yuvarlandı ama diğerleri bunu umursamayarak üzerimize gelmeye devam ettiler. En sonunda Mel "Tamam, tamam, tamam... Şu aptal çiçeklerden alacağız ama daha sonra bizi rahat bırakacaksınız!" dedi. Her elimize birer tane çiçek alırken kararsızlıkla Mel'e baktım. "Ye şunları, yoksa başımızdan ayrılmayacaklar!" diye fısıldadı Mel çevremizdeki garsonları göstererek. Çiçeği ağzıma doğru tutup bir ısırık aldım ve göz ucuyla Mel'in de aynı şeyi yaptığını gördüm. Bu işte bir terslik vardı ve sanırım... Aman tanrılarım, neredeydim ben? Mel tam yanımdaydı ve güvende olduğumu hissediyordum. Fakat hiç bir şeyi hatırlayamıyordum. Birden "Vay canına, tüm şu oyunlara baksana!" diye ciyaklayan Mel'in sesiyle irkildim ve arkamı döndüm. Daha önce far edemediğim bir sürü oyun makinesi sıra sıra dizilmiş duruyorlardı. "Ah Mel, burası muhteşem!" dedim sevinçli bir sesle. Mel evet anlamında başını salladı. "Bence burada kalıp biraz dinlensek iyi olacak. Hem şu şeyin yorgunluğunu da üstümüzden atarız. Şeyin yorgunluğu... Şey..." diye kekeledim ancak Mel sözümü keserek "Kimin umurunda ki?" diye haykırdı. İşte o zaman ikimiz de kendimize birer oyun seçip oynamaya başladık.