Kabus! Kabus! Kabus! Bu kelimeden nefret ediyorum. Ah! Yine mi? İşte başlıyoruz.
“Onu buraya getir Dionisos.“ dedi uzun sakallı bir adam.
“Olmaz Zeus o lanet bir melez!” dedi Dionisos.
“O bizi kurtarabilir.” dedi Zeus sandığım adam.
“O daha çok küçük. Zamana ihtiyacı var.” dedi Dionisos.
“Artık zamanı geldi. onun iki gün sonra melez kampında olmasını istiyorum.” dedi Zeus.
“Tamam.” dedi Dionisos.
“Evrenin geleceği sana bağlı oğlum.” dedi Zeus. Bunları söylerken içimde bir elektriklenme olduğunu hissettim ve annemin beni dürtmesiyle uyandım.
“Daniel!” Annem beni öyle bir sarstı ki kendimi ikinci dünya savaşında bombaların arasında hissettim.
“Anne beni sarsmayı kes!” dedim.
“Özür Dilerim Dean ama acele et,okula geç kalacaksın.” dedi annem.
“Okul! Oradan nefret ediyorum anne.” dedim sızlanarak.
“Aaa, Dean bak Carly de burada.” dedi.
Son sürat yataktan fırladım ve iki dakika içerisinde okul için hazırdım.
Annem gülmeye başladı.”Ah, Dean bu numarayı sürekli yutuyorsun.” dedi.
“Off, anne ya yine mi?”dedim.
“Eh, artık uyandığına göre okula gitmelisin. Çantanı hazırladın mı?” diye sordu.
“Evet.” dedim.
“Yemek için paranı aldın mı?” dedi.
“Evet anne her sabah aynı soruları sormak zorunda mısın?” diye sordum.
“Evet Dean. Çünkü sen babandan bana geriye kalan tek hatırasın.” dedi içlenerek.
“Tamam, o adamdan bir daha söz etme anne” dedim.
“Baban hakkında böyle konuşma Daniel.” dedi annem.
“Bizi bırakıp gitti anne ne dememi bekliyordun!” dedim. Bu sözleri söylerken gökte bir şimşek çaktı.
Annem şaşırmış görünüyordu. Şaşkınlığı geçtiğinde bana bakarak sakinliğini korumaya çalıştı.
“Baban gitmek zorundaydı Dean.” dedi. Annem üzgün görünüyordu. Konuyu uzatmamaya karar verdim. Annemi öptüm ve okula gittim.
Okulun giriş kapısındaydım. Sanki buraya bir daha girmeme gerek kalmayacakmış gibi hissetsem de içeri adım attım. İçeride Bay Roosvelt öğrencileri teftişe çıkmıştı.
Ondan hiç hoşlanmasam da;“Günaydın Bay Roosvelt.” dedim.
“Merhaba Bay Learn. Umarım yine sorun çıkarmazsınız.” dedi.
“Seni pis sarhoş.” dedim fısıltıyla ve sınıfa çıktım.
“Selam Dean.” dedi Carly.
Bu kız gün geçtikçe güzelleşiyordu.
“Selam.” dedim.
“Bay Roosvelt’in bugün biraz tuhaf olduğunu sende fark ettin mi?” dedi Carly.
“Hayır. Her zamanki gibi sinir bozucu.” dedim.
“Sanki acelesi varmış gibi davranıyor.” dedi Carly.
“Fark etmedim.” dedim. Bu sırada Bayan Martha geldi ve kimya dersine başladık.
Kimya dersi sona erdiğinde Bay Roosvelt beni ve Carly’i yanı çağırdı.
“Bizi çağırmışsınız efendim.” dedi Carly.
“Evet, son zamanlar da içinde bulunduğunuz daha doğrusu sınıfın düzenin bozmaktan ailenizle bizzat kendim görüşmeye geleceğim.”dedi.
“Tamam.”dedim. Ben rahattım. Çünkü bütün suçu DHEB ve disleksiye atabilirdim. Ama Carly’nin böyle bir şansı yoktu bu yüzden yapmam gerekeni yaptım.
“Efendim, Carly bir şey yapmadı bir suçlu varsa o da benim.” dedim.
“Tamam. O halde seni özellikle ziyaret edeceğim. Sen çık Daniel Carly’le konuşmam gerek özel bir konu var.” dedi. İçimden itiraz etmek ama etmedim. On beş dakika sonra Carly dışarı çıktı.
“Sana bir şey yaptı mı?” dedim.
“Hayır, sadece konuştuk.” dedi.
“Ne konuştunuz?” dedim.
“Sana yarın yolda anlatırım.” dedi Carly.
“Yol mu neden bahsediyorsun?” dedim.
“Yarını bekle.” dedi ve yanağıma bir öpücük kondurdu.
“Görüşürüz Dean.” dedi. Parmaklarıma kadar kızarmıştım.
Kekeleyerek. ”Gö-rü-şü-rüz Car-ly.” dedim. Güldü ve koşarak uzaklaştı.
Eve gittiğimde bugün her zamankinden daha mutluydum. Akşam yemeğini yedik.
“Dean sofrayı toplamama yardım et.” dedi annem.
“Tamam anne.” dedim ve işe koyulduk.
Sofrayı kaldırdıktan sonra kapı çaldı. Kapıyı açtığımda Bay Roosvelt karşımda duruyordu.
“Merhaba Daniel. Annem evde mi?” dedi.
“Evet, Bay Roosvelt buyurun.” dedim ve içeri girdi.
“ANNE! Bay Roosvelt seninle görüşmeye geldi.” dedim.
Annem içeriye geldi.
“Merhaba Bayan Learn.” dedi Bay Roosvelt.
“Merhaba Bay Roosvelt. Bir sorun mu var yoksa?” dedi annem.
“Sayılır ama yalnız konuşabilir miyiz?” dedi Bay R.
“Ben odamdayım anne.” dedim anneme.
“Tamam, oğlum.” dedi annem.
Odamdan annemlerin ne konuştuğunu anlamaya çalıştım ama bu pek mümkün değildi. Anladığım tek kelime “Kamp.” Bay Roosvelt bir kamptan söz ediyordu. Konuşma bitti ve salona geçtim.
“Bana vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.” dedi Bay Roosvelt.
“Ben teşekkür ederim.” dedi annem.
Bay Roosvelt evden çıktıktan sonra annem bir bardak su içti. Sanki daralmış ya da ne yapacağını bilmiyormuş gibi.
“Sana ne söyledi anne.” dedim.
“Senin özel biri olduğunu söyledi gerçi bunu ben de biliyordum.” dedi annem.
Şaşırmıştım Bay Roosvelt benim özel biri olduğumu düşünüyordu.
“Bir kamptan söz ettiğinizi duydum.” dedim.
“Bunu anlatmak zor, en iyisi yarın Bay Roosvelt tarafından duyman.” dedi annem.
“Tamam.” dedim ve uyumak için odama gittim.
Kâbussuz bir gece geçirdiğim için mutluydum. Sabah kahvaltımı yaptım ve evden çıktım. Hemen Carly’i ve Bay Roosvelt’i görmek istiyordum. Evet, bu çok garip ben delirmiş olmalıydım. Bay Roosvelt’i görmek için hiç acele edeceğimi düşünmezdim.
Bay Roosvelt’in odasına doğru yürüyordum. Birden Carly’nin sesini duydum.
“Dean!” diye bağırdı.
“Evet.” dedim.
“Bay Roosvelt bizi çağırıyor.” dedi.
“Tamam.” dedim.
Bay Roosvelt’in odasına doğru gittik. Kapının önüne geldiğimizde derin bir nefes aldım. Carly kapıya vurdu.
“Tak, tak, tak.”
“Gir!” dedi Bay Roosvelt. İçeri girdik.
“Hemen konuya girmeliyim fazla zamanımız yok.” dedi Bay Roosvelt.
“Tamam, efendim anlatın.” dedim.
“Yunan mitolojisini biliyor musun Daniel.” dedi Bay R.
“Sayılır.” dedim.
“Herkül yani Herakles’in hikâyesini biliyorsundur. Herkül bir tanrı ve bir insanın birleşmesi sonucu oluşan ilk melezdir.” dedi Bay R.
“Melez mi?” dedim.
“Evet, tanrılarla insanların çocuklarına böyle denir.” dedi.
“Bunun benle ne ilgisi var?” dedim.
“Daniel yunan mitolojisi gerçek.” dedi Bay R.
Gülmek istiyordum ama Bay Roosvelt çok ciddi gözüküyordu.
“Soruma cevap vermediniz hala efendim. Bunun benle ne ilgisi var?” dedim.
“Sen bir melezsin. Baban bir tanrı hangi tanrını oğlu olduğunu bilmiyorum ama seni melezlerin olduğu bir kampa götürmeliyim.” dedi Bay R.
“Babam…” dedim. Gözüm karardı. Carly dengemi bulmamı sağladı.
“O bizi terk etti, benim artık onunla bir ilgim kalmadı.” dedim. Bu sözü pek de içimden gelerek söylememiştim.
“Anlıyorum Daniel ama tanrılar çocuklarına direk yardımda bulunamazlar bu bir kadim yasadır.” dedi Bay R.
“Bay Roosvelt b-ben kendimi pekiyi hissetmiyorum. Acaba eve gidebilir miyim?” dedim bu konuşmadan sonra yüzüm sararmıştı ya da ben öyle hissediyordum.
“Ah, hayır Daniel. Bizimle kampa gelmen gerekiyor.” dedi Bay R.
“Carly neden bizimle geliyor, yoksa o da mı bir melez?”diye sordum. “Bence bir melez olsa kesin Afrodit’in kızı olurdu.” diye düşündüm.
“Hayır. O daha çok eee, nasıl diyebilirim. Bir ölümlüye göre fazla şey görüyor diyebiliriz. Evet, tam olarak böyle diyebiliriz.” dedi Bay R.
“Peki, bu kampa nasıl gideceğiz?” dedim.
“Gri Kız Kardeşler ulaşım yoluyla tabii ki.” dedi Bay R.
“Gri Kız Kardeşler mi o da ne?” dedim.
“Melezlerin en güvenli ulaşım yoludur.” dedi Bay R.
“Annemle vedalaştıktan sonra yola çıkalım.” dedim.
“Tamam, ama acele etmemiz gerek.” dedi Bay R.
Okuldan çıktık ve eve doğru yürüdük. Eve vardığımızda annem çantamı hazırlamış ve kapıda bekliyordu. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu.
“Merhaba anne.” dedim kederle.
“Ah, Dean…” dedi sözünü bitirmeden bana sarıldı.
Bay Roosvelt’in gözleri dolmuştu.
“Onu… O bir daha görebilecek miyim Bay Roosvelt?” dedim.
“Evet, görebileceksin.” dedi Bay Roosvelt.
“Tamam, o halde… Kendine iyi bak anne.” dedim.
Gözlerim dolmuştu. Ama ağlayıp annemi daha fazla üzmek istemiyordum.
“Görüşürüz Dean, kendine dikkat et. Gidince beni ara.” dedi.
“Şey, telefon canavar çekebilir ama bir yolunu buluruz.” dedi Bay R.
“O halde kendine iyi bak.” dedi annem.
“Peki.” dedim.
Evden çıktık Carly bizi sokağın sonunda bekliyordu. Bay Roosvelt’in bir sözü aklımda kalmıştı “Telefon canavar çeker.” bu ne demekti canavarlar mı? Canavarlar sadece masallarda olur. Bu soruları Bay Roosvelt’e sormalıydım.” diye düşündüm.
Carly’nin yanına vardık.
“Bay Roosvelt telefon canavar çeker derken canavarı kötü insanlar anlamında mı kullandınız değil mi?” dedim.
Bay R. Güldü ve cevap verdi.
“Hayır, Daniel gerçek canavarlar anlamında, üç kafalı, beş kuyruklu gibi canavarlardan söz ediyorum.” dedi Bay Roosvelt.
“Ve ben bu tür yaratıkları görebiliyorum.” dedi Carly.
“Siz melez misiniz Bay Roosvelt.” dedim.
“Evet melezim ve Kheiron’un isteği üzerine melez kampında kılıç ustası ve önemli melezlerin kampa getiririmle görevini üstlendim.” dedi Bay R.
“Hangi tanrının çocuğusunuz?” dedim.
“Ares.” dedi Bay R.
“Savaş tanrısı.” dedim.
“Evet.” dedi Bay R.
“Vay canına! Kampta herkes size imreniyor olmalı.” dedim.
“Pek sayılmaz. Kampta üç büyüklerin çocukları da vardı ama şimdi hepsi küçük birer tanrı olarak babalarının kuzusu haline geldiler. Artık bana sadece Roosvelt diyebilirsin.” dedi Roosvelt.
“Bu arada söylediğim gibi ben bir kılıç ustasıyım ve sana küçük bir hediyem var. Kheiron özellik sana vermemi istedi.” dedi Roosvelt.
Cebinden altın bir mızıka çıkardı ve bana verdi.
“Al bakalım.” dedi Roosvelt.
“Bu müthiş bir şey… Teşekkürler Roosvelt.” dedim heyecanla.
“Evet, üzerindeki kırmızı mücevhere basınca bir kılıca dönüşüyor. Bununla kendini koruyabilirsin. Dengesi nasıl?” dedi Roosvelt.
“Mükemmel! Çok teşekkür ederim.” dedim.
“Kendini koruman bizim için çok önemli Daniel.” dedi Roosvelt.
“Neden?” dedim.
“Melezleri öldürmek isteyen canavarlar olabilir.” dedi Roosvelt.
“Ben kendimi nasıl savunabilirim ki, hayatımda ilk kez elime kılıç aldım.” dedim.
“Bazı melezler doğuştan yeteneklidir. Yanılmıyorsam sende DHEB ve disleksi var değil mi?” dedi Roosvelt.
“Evet, her iki illetten de var.” dedim.
“İşte bunlar savaşta senin hayatını kurtarır.” dedi Roosvelt.
“Peki, bu kılıcın hikâyesi nedir?” dedim.
“Bu kılıç Aşil’in idi. Kılıcını ilk olarak Styks ırmağına batırdıktan sonra annesi bu kılıcı Lethe’de yıkadı. Yarısı ilahi bronz diğer yarısı imparatorluk altınından oluşuyor. Dehşet bir saldırı gücü var tabii bir savaş narasıyla bu ikiye katlanabilir. Aşil’i uzun süre korudu fakat tahlilsizlik ya topuğuna gelen bir ok, muhteşem Aşil’i yere sermeye yetti ve bu kılıç yıllarca en iyi melezlerin elindeydi şimdide senin kudretli ellerinde. Adı Lightning.” dedi.
“Kudretli ellerim mi? Bu eller bir çöp adam bile çizemez.” dedim.
Carly araya girdi. ”Evet, gerçekten kötü resim çiziyorsun Dean ama kılıcı mükemmel kullanacağına eminim.” dedi.
Roosvelt cebinden altın bir para çıkardı ve asfalta attı. Asfalt parayı yuttu ve beklemeye başladık.
“Kimi bekliyoruz.” dedim.
“Gri Kız Kardeşleri.” dedi Roosvelt.
“Dean sakın arabada ağzını açma!” dedi Carly.
“Ned…” sözümü bitiremeden asfaltın içinden bir araba çıktı.
Arabaya bindik. Yanımda Roosvelt olmasaydı korkudan ölecektim. Üç tane kadın birinin elinde göz, birinin elinde kulak, bir diğerinde burun bana bakıyorlardı.
“Melez kampına“ dedi Roosvelt.
Birden gaza bastı. İçlerinde biri konuşmaya başladı.
“Zeus çocuğunun kehaneti.” dedi elinde kulak olan anlamsız bir cümle kurarak.
Elinde gözü tutan bana döndü.“Ah, görebiliyorum. S-sen.” dedi şaşırmış bir ifadeyle.
“Bana bakarken arabayı nasıl bu kadar düzgün kullana biliyordu.” diye düşündüm.
Keşke öyle düşünmeseydim. Birden kendimi havada buldum. Arabanın içinde yuvarlandım.
Aşırı derecede sinirlenmiştim. “Ah! Seni k*lt*k hemen şu arabayı şeritte tut.” dedim. Ardından cebimden mızıkamı çıkarıp, üzerindeki kırmızı mücevhere bastım ve elimde bir metrelik bir kılıç oluverdi. Kılıcımı kadının boğazına dayadım.
“Sen, çocuk dünyayı kurtaracaksın.” dedi gözü tutan kadın.
“Eee, bunun neresi kötü.”dedim gururlanarak. “İlk defa gurur verici bir şey yapabilecektim.” diye düşündüm.
“Ah, bundan şüphen olmasın ama sonunda öleceksin kahraman. ÖLECEKSİN!” dedi kahkaha atarak.
“Arabayı dur dur! Hemen!” dedim, öfkeden çıldırmıştım.
“Dean, iyi misin?” dedi Carly.
“Daniel!” dedi Roosvelt.
“İnelim.” dedim sadece.
Arabadan indik ve yürümeye başladık. Akşam olduğunu fark ettim.
“Bu geceyi burada geçirelim.” dedi Roosvelt.
“Tamam.” dedim.
“İlk nöbet benim, siz biraz dinlenin.” dedi Roosvelt.
İtiraz etmedim. Roosvelt böyle bir olay olacağını tahmin etmiş olmalı ki çantasının içine ufak bir çadır almış. Roosvelt çadırı kurduğunda Carly’le birlikte çadırın içine girdik. İnanılmazdı çadırın iç görünümü dış görünümünden kat ve kat daha büyüktü. Dışarı çıktığımda annemin verdiği çantayı görünce karnımın acıktığını hissettim. Çantayı açtım. Annemin mükemmel kurabiyelerinden bir tane aldım.
“Hey. Çocuklar, kurabiye ister misiniz?” dedim.
“Ah, beynimi okudun Daniel.” dedi Roosvelt.
“Aynen.” dedi Carly.
Kurabiyeler bittikten sonra hala uyumak için zaman vardı ama o gece çok güzel bir dolunay vardı. bu düşünceyi düşünen tek kişi ben değildim.
“Biraz oturalım mı?” dedi Carly.
“Tamam, o halde bir dakika izin ver.” dedim.
“Hey! Roosvelt gidip biraz uyusana, ilk nöbeti ben tutarım.” dedim Roosvelt’e.
“ E-evet doğru, tamam o halde size iyi geceler.” dedi ve bana göz kırptı.
“Son birkaç gündür yaşadıklarımız ve babanı bulacak olman sana nasıl hissettiriyor.” dedi Carly.
“Bunlar hakkında konuşmak istemiyorum. Sadece yanımda sen olmasaydın bu kadar uzun süre dayanamazdım.” dedim gözlerine bakarak.
Kafasını diğer yöne çevirdi. ”Dolunay ne kadar güzel değil mi?” dedi.
“Senin kadar değil.” dedim.
Elini tutmak istedim ama fazla ileri gitmekten korktum.
“Artık uyusam iyi olacak.” dedi Carly.
Göz göze geldik. Uzun bir süre böyle kalabilirdim.
“Evet, uyumak. Gidip yat, biraz dinlenmelisin.” dedim.
O an Carly beni çok fazla şaşırtacak bir şey yaptı. Beni dudağımdan öptü.
“İnan bana uzun bir süre böyle kalabilirim.” dedim.
Gülümsedi ve boynuma sarılarak, kulağıma üç sözcük fısıldadı. “Seni seviyorum Dean.” dedi.
Cevap vermeye çalıştım ama ağzımdan sadece bir iki kelime çıktı.
“B-Bende.” dedim.
“İyi geceler.” dedi ve bana göz kırptı.
“İyi geceler.” dedim ve nöbete başladım.
Saat üç veya dört gibiydi, karanlık ormanın içinden uğultular ve garip çıtırtılar duydum. Roosvelt’i uyandırmayı düşündüm ama beni bir korkak olarak görebilirdi. Biraz daha bekledim ve ağacın yanında iki karaltı gördüm.
Mızıkamın üstündeki mücevhere bastım. Lightning elimde büyümeye başladım. Roosvelt’i ve Carly’i uyandırmak için çadıra girdim.
“Hey, uyanın!” dedim.
“Ne oldu Daniel?” dedi Roosvelt.
“Burada yalnız değiliz.” dedim.
Roosvelt kılıcını çıkardı ve kılıcı benimkiyle birlikte bütün çadırı aydınlatmaya yetti. Dışarıdan biri bizim çadırı bir ateş böceği sanabilirdi. Roosvelt dışarı çıktı ve bende onu takip ettim.
Bir süre sonra önümüze iki kız çıktı. Bana dönüp.
“Merhaba yakışıklı.” dedi punk giysili olan kız.
“M-merhaba.” dedim kız güzeldi ama Carly kadar değildi.
Bana fazla yaklaşmıştı ve aklım başımdan gitti ama Carly’nin sesi beni dünyaya getirmeye yetti.
“Dean, onlar vampir!”d iye bağırdı.
“Vampir mi, seni gerizekâlı o kimden türedi sanıyorsun.” dedi rock giysili kız.
“Ah, bu kadar yeter.” dedim ve kılıcımı kaldırıp punk giysili olana hücum ettim.
“Gel bakalım civciv.” dedi punk giysili olan.
Kılıcımı koluna vurdum ama savuşturmayı başardı. İkinci vuruşumda kafasına sert bir darbe indirdim. Hemen ardından pençesiyle omzuma bir darbe vurdu ve beni gafil avladı. Yerden kalktım. Aşırı derecede sinirlenmiştim. Kılıcımla onu ortadan ikiye biçtim.
“Lanet olsun bu imparatorluk altını.” dedi ve buharlaşıp geriye sadece sarı tozlar bıraktı.
Bu arada Roosvelt de rock giysili olanı toza çevirmişti ama ben kendimi pek iyi hissetmiyordum.
“Ahh!” dedim. Kolumu tutarak ve anında yeri öptüm.
“Dean!” diye bağırdı Carly ve yanıma koştu.
Roosvelt de hemen yanımıza geldi ve yarayı inceledi.
“Yarası zehir kapmadan önce bir ya da iki dakikamız var. Carly şu çantanın içindeki matarayı ve kavanozu verir misin?” dedi Roosvelt.
“Tamam.” dedi Carly. Matara ve kavanozu getirdi.
Roosvelt bana mataradan biraz içirdi ve kavanozdan da kurabiye gibi bir şey verdi. Kendimi gayet iyi hissediyordum.
“Nasıl hissediyorsun?” diye sordu Roosvelt.
“Az önceki vampirlere bir vursam uçuracakmışım gibi hissediyorum.” dedim.
“İyi, hadi yola devam edelim.” dedi Roosvelt.
Ayağa kalktım. “Onun içinde ne vardı?” dedim.
“Nektar ve ambrosia. Tanrıların içeceğidir, aşırısı bir melezi yakıp küle çeviri.” dedi Roosvelt.
“O zaman tehlikeliyse Dean’e neden verdin?” diye sordu Carly.
“Ölmemesi için tabii ki.” dedi Roosvelt.
“Tamam, hadi yola koyulalım. Ne kadar daha yolumuz var Roosvelt.” dedim.
“Sanırım… Çok değil dört saat aralıksız yol alırsak varabiliriz.” dedi Roosvelt.
“Dört saat mi?” dedi Carly.
“Otobüsle gidersek o farklı tabii.” dedi Roosvelt.
“Otobüse nereden bineceğiz?” dedim.
“Bu kolay.” dedi Carly ve telefonu kulağına götürdü. Bir konuşma yaptı. On beş dakika sonra bir otobüs geldi.
“Sen, nasıl yaptın?” dedim Carly’e dönüp.
“Evet, sonunda." dedi Roosvelt ve otobüse bindik.
İki saat sonra otobüs bir patikayı çıkamadı ve bizi indirmek zorunda kaldı.
“Ah, sonunda sağ salim varabildik.” dedi Roosvelt.
Arkadan bir hırlama sesi geldi, köpek hırlaması gibiydi.
“Sanırım çok erken konuştun dostum.” dedim.
“Hazırlanın.” dedi Roosvelt.
Mızıkamı çıkardım ve üstündeki mücevhere bastım. Lightning elimde büyüdü. Roosvelt de kılıcını çekti. Carly ise hançerini çekerek bekledi. Birden karşımıza iki metre boyunda bir köpek ve uçan bir yaratık çıktı.
“Bu bir cehennem tazısı…” dedi Carly.
“Ve Sfenks.” diye tamamladı Roosvelt.
“Bunun bir önemi yok. Carly seni tehlikeye atamam bu yüzden bunu Roosvelt ile bana bırak.” dedim.
Carly bir şey diyemeden Sfenks’e hücum ettim. Bir nara attım. Bunu nasıl yaptığımı bilmiyorum ama kılıcım öyle bir ışıldamaya başladı ki havada şimşekler çakmaya başladı. Sfenks daha ne olduğunu anlamadan kılıcımı böğrüne sapladım. Sfenks yere yığıldı ama giderken bana sinirli bir ifadeyle bir şeyler söyledi. Yaralı kolum tekrar sızlamaya başlamıştı. Tam tazıya saldıracaktım ki ormanın içinden tazının üstüne bir yığın ok geldi ve sırtına saplandı. Tazı yere düştü ve toz buharı olup gitti. Ben de daha dayanamadım. Kolumun ağrısı beni öldürüyordu. Roosvelt bana ambrosia ve nektar verdi. Bunlar kendimi biraz daha iyi hissetmemi sağladı. Ormanın içinden bir grup okçu çıkıp geldi. Başların da on iki ya da on üç yaşlarında bir kız vardı. Kız yanımıza geldi. Roosvelt ve Carly kızın önünde eğildiler. Ben de acemice eğildim ve kalktık.
“Tanrıça Artemis.” dedi Roosvelt.
“Merhaba, Roosvelt yine başarılı bir görev gerçekleştirmişsin. Tebrik ederim.”dedi beni süzerek Artemis.
Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Tanrıça Artemis mi?” dedim.
“Ah, Daniel Learn. Merhaba kardeşim. Senin hakkında çok şey duydum. Senin dünyayı ya da Olimpos’u kurtarabileceğine inanılıyor.“ dedi.
“Anlamadım ama merhaba. Neden bu kadar küçük yaştasınız?” dedim.
“Ah, bu benim en sevdiğim form. Avcılarımın çoğu bu yaştadır. Biz onlarla birer kız kardeş gibiyiz.” dedi Artemis.
“A-anladım sanırım.” dedim.
“Senin adında Carly olmalı. Yaban bir kıza benziyorsun, seni avcım yapabilirim tabii istersen?” dedi Artemis.
“Ne söylemem gerekiyor Tanrıça Artemis?” dedi Carly.
Sanki bu olayı daha önce yaşamıştım. Avcı olunca erkek yoktu. Sadece av ve Artemis vardı. Birde ölümsüzlük. Bunu bana yapamazdı.
“Carly bunu yapma… Eğer sen bunu yaparsan, ben buna dayanamam tamam mı lütfen?” dedim kendimi solgun hissediyordum.
“Dean iyi misin? Solgun gözüküyorsun.” dedi Carly.
“Hazır mısın?” dedi Artemis.
“Evet, Tanrıçam.” dedi Carly.
“O halde tekrarla.” dedi Artemis’in yanındaki kız.
“Peki.” dedi Carly.
“Kız Kardeşim Artemis’in safında yer alıyorum.” dedi kız.
“Kız Kardeşim Artemis’in safında yer alıyorum. Erkeklerden ve aşktan uzak duruyorum. Ölümsüzlüğü kucaklayarak ava katılıyorum.” dedi Carly sanki bu sözleri daha öncede söylemiş gibi kendinden emindi.
“Ben de kabul ediyorum.” dedi Artemis.
İşte bu benim hayattan kopma anımdı. Keşke şuradan bir roma imparatoru gelip ölüm emrimi imzalasaydı. Carly yanıma geldi.
“Bunu yapmak zorundaydım Dean. O gece olanlardan beri… o gece bir rüya gördüm. Anlaman lazım benim kaderim bu. Ama sen hep benim en yakın dostum olacaksın orada kendine yeni birini bulabilirsin.” dedi hafifçe gülümseyerek.
“Tamam, galiba senin adına sevinmem gerekiyor.” dedim.
“Evet, gidip çadır kursam iyi olur.” dedi Carly.
Bu inanılmazdı Carly bir dakika içinde çadırı kurdu. Artemis’in yanındaki kız bize doğru geldi.
“Daniel sen misin?” dedi bana.
“Evet.” dedim.
“Tanrıçam seni çadırda bekliyor.” dedi ve çadıra doğru gittik.
Çadırın içine girdik.
“Tamam Sam, sen çıkabilirsin.” dedi Artemis.
“Evet Daniel, sana bir kahramanın gücü, kudreti ve en önemlisi kaderi bahşedildi. Sana güvenimiz sonsuz ama hakikat farklı olabilir tabii. Bunu sen belirleyeceksin.” dedi Artemis.
“Affedersiniz Tanrıçam, herkes bundan bahsediyor ama ban kehaneti söylemiyorlar. Siz biliyorsunuz değil mi?” dedim.
“Evet, ama bunu söylemek bana düşmez. Artık kampa gitmelisiniz merak etme Kheiron sana her şeyi anlatacak.” dedi Artemis.
Tanrıçanın önünde eğildim ve dışarı çıktım. Dışarıda Roosvelt ve Carly beni bekliyorlardı.
“Sanırım, vakit geldi. Görüşürüz.” dedi Carly.
“Görüşürüz.” dedim. Roosvelt ile patikaya doğru gittik.
Roosvelt yolda durmadan arkasına bakıyordu ve beni huzursuz ediyordu. Patikayı aştık. Aşağıda kasaba gibi bir yer vardı. Tepede yanımda bir ağaç vardı ve üstünde altın bir post duruyordu. Aşağıya indik ‘’U’’ şeklinde birçok kulübe vardı. Büyük bir evin olduğu yerin oraya gittik ve evin içine girdik. Evin içinde bir adam bizi bekliyordu.
“Merhaba Roosvelt yine başardın tebrik ederim. Sen de Daniel olmalısın.” dedi adam.
“Evet.” dedim.
“Roosvelt, bizi biraz yalnız bırakabilir misin?” dedi dedi adam.
“Tabii Kheiron.” dedi Roosvelt.
Kheiron yalnız kalmıştık ve odayı birden ses kapladı. Kheiron sanki donmuştu, resmen hareket etmiyordu. Birden bir bana seslendi.
“Daniel! Sonunda varabildin. Sana bir hediyen var oğlum.” dedi adam.
“Baba…” dedim. Şaşırmıştım ve neredeyse bayılacaktım.
“Hediyeyi al ve bana ait olduğunu bil.” dedi.
Hediye masanın üzerindeki altın bir yüzüktü. Yüzüğün üzerinde mavi bir mücevher vardı. Yüzüğü elime aldım. Mavi mücevherin içinde şimşekler çakıyordu. Sis dağıldı ve Kheiron yürümeye başladı.
“Melez kampına hoş geldin Daniel Learn. Akşama kadar burada biraz dinlen ve yemekhaneye gel tarlanın orada kendin bulabilirsin." dedi. Kendime bir yatak seçtim ve uzandım. O kadar yorgundum ki kafamı yastığa koyar koymaz uyudum. Uyandığımda hava daha kararmamıştı. Birden bir boru öttü ve herkes kulübesin dışarı çıkıp sıraya girdi. Yemekhaneye doğru gittim. Kheiron beni oturduğu masaya çağırdı. Gidip oturdum.
“Dinlene bildin mi?” dedi.
“Evet, yani biraz rahatladım.” dedim.
“Kadehe ne içmek istediğini söyle.” dedi.
“Yarım kadeh kola.” dediğim anda kadeh kola ile doldu.
Bugün yemekte bonfile vardı. İçimden bir ses tanrıların bonfileyi sevebileceğini söyledi.
“İstersen yemeğinin bir kısmını tanrılara kurban edebilirsin.” dedi Kheiron.
“Tamam.” dedim ve yemek hanenin ortasındaki ateşe doğru yürüdüm. Yemeğimin yarısından çoğunu ateşe attım. “Baba, hediyen için teşekkür ederim.” dedim sessizce ve yüzüğü taktım. Bir anda parmağımın ucunda şimşekler çaktı kafamın üzerinde mavi renkte bir ışık belirdi.
Kheiron bağırarak. “Ah, bende bunu bekliyordum. Daniel Learn Zeus çocuğu ve şimşeklerin lordu!” diye bağırdı. Bütün kamp alkışladı ve sonra yemeklerini yemeğe devam ettiler.
Yemekten sonra Kheiron benle konuşmak için yanına çağırdı.
“Daniel sana kehaneti gösterme vakti geldi.” dedi.
Kheiron elini çekmeceye soktu. Çekmeceden bir parşömen gibi bir şey çıkarıp bana uzattı. Parşömeni açtım ve içinde yazanları okumaya çalıştım. Dikselsi varken bu pek kolay olmuyordu ama sonunda neler yazdığını çözdüm. Parşömende tam olarak şöyle yazıyordu.
Kılıçlar düşman olacak Artemis avcısına.
Aşkla ölümsüzlük arasında bir seçim yapacak.
Seçimi; tanrının gazabına uğratacak.
Geçmişte yapılan ihanet tekrarlanacak.
Umutlar tükendiğinde Zeus çocuğu ortaya çıkacak.
Yapabilirse Olimpos’a ihanet edeni Tartarus’a yollayacak.
[i][color=darkred][font=Comic Sans Ms][b][color=white] [color=darkred]Eğer yaşarsa gelecek Zeus çocuğunun elinde