"Öldür, öldür, öldür, öldür." mırıldanmaları eşliğinde ölüm gibi siyah ayakkabılarımla birbirine bağlanmayı beceremeyen kum tanelerini eziyordum. Bir kaç metre solumdaki denizse olağanca sakinliğiyle kumlara dokunup dokunup kaçıyordu. Bu hafif dalgada bile adam gibi yürüyemeyen bir kaç yengeç takılmıştı gözüme, deniz mahsüllerini seven bir Tanrı'ydım ve bu yüzden Poseidon'a daha baharatlı şeyler yapmasına dair dileklerimi belki yüzlerce kez dile getirmiştim. Ama beni bir sefer olsun bile dinlememiş, üstüne üstlük tüm balıkları içinde bulundukları tuzlu denize rağmen tatsız yapmıştı. One öldürmeyi gerçekten istesem de çoğunlukla Tanrıgilleri öldürmek istediğimde karşıma çıkan "ölümsüzlük" engeli beni durduruyordu. Eminim bütün Tanrı'lar onları öldürmek istediğimi ve bunu yapamayacağım için hiç bulaşmayacağımı biliyorlardı. Büyük ihtimalle içimde oluşan hafif kinin tadına her biri birer kez bakmıştı. Her neyse, nasıl olsa zamanımız çoktu ve eminim bir gün ölümsüzleri öldürmenin yolunu da bulacaktım.
Tabi bu zayıf varlıklarla dolu sahile gelmemin bir sebebi vardı. Kimden yaptığımı bile bilmediğim bir çocuğum var gibiydi. Yine de diğer Tanrı'lar kadar azgın olmadığım için tek bir çocukla uğraşmak gibi bir "işin neresinden dönsem kârdır." tesellim vardı. Ama bu gerçekten uğraşılması gereken bir çocuğa benziyordu, babası olduğumu bilmesine rağmen beni kabul etmeyip Ocak Başı Tanrıçası'nın rahibesi oluvermişti. Yapması gerektiği gibi bir Tanrı'nın üzerine yürümek yerine durmuştu, ama selam vermek yerine daha değişik bir tavırla sırıtmış ve ukala bir şekilde bir şeyler zırvalamıştı. Kendi çocuğumu öldürecek biri değildim, ama onun bunu bilmediğine emindim. Gerçekten ölümden korkmayan biriydi. Sonuçta öldürme isteğinin şekil bulmuş halini kışkırtmaktan başka bir şey yapmıyordu. "Ekmek arası bir şeyler getirseydin bari." dedikten sonra biraz duraksayıp sırıtan suratına bakmıştım, "Sırıtmayı da kes.".