“Lia! Çabuk uyan!” Yüzüme gelen su ve bağıran birinin sesiyle yatağımdan fırlamam bir oldu. Uzun zamandır tek başıma kulübede kaldığım için ses duymayı yada böyle bir şey olmasını beklemiyordum. Hızla yatağımdan fırladıktan sonra yüzümü kollarımla kuruladım ve önümde duran kişiye baktım. İlk başta tam olarak anlamasam da –bu karşımda duran kişinin gerçek olduğuna inanamamdan dolayıydı-, bir süre sonra gerçek olduğuna inanarak “Rose!” diye haykırıp sarıldım kardeşime. Onu o kadar çok özlemiştim ki karşımda görmek hayalmiş gibi geliyordu. Beraber bir süre sarıldıktan sonra ondan ayrılarak “Nerelerdesin sen? Robyn ile evlendin evleneli unuttun bizi.” dedim yatağıma dönerken. Bir yandan yatağımı toplarken bir yandan da kardeşime göz ucuyla bakıyordum. Ona ne kadar kızıyor gibi davransam da hiçbir zaman tam olarak alınmıyordum. Ne de olsa haklı sebeplerinin olduğunu ve neden gelemediğini biliyordum. Rose yatağımı düzeltirken yorganımı elimden kaptığı gibi “Bunları bırak biz sonra konuşuruz kardeşim de unuttuğun bir şey var, Kheiron haber yolladı, görevin başlamasına az kalmış, çabuk hazırlan.” dedi. Haklıydı, bugün Kheiron gelip haber verecekti, demek ki Rose’yi gördüğü için ona söylemişti. Birden saate baktım, ne kadar kalmıştı acaba başlamasına. Dolabıma yönelmeden önce kardeşime son kez bakıp “Hatırlattığın ve haber verdiğin için sağ ol kardeşim.” diyerek göz kırptım ve hemen dolabıma doğru ilerlemeye başladım. Dolabımı açtığımda birden bu kadar dağınık olduğum için kendime kızarak bir yandan toparlamaya, diğer yandan da kıyafet bulmaya çalışıyordum. Bugünkü görevin ne olacağını yada ne ile ilgili olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim yine zor olacağıydı. Derin nefes alarak hem sakinleşmeye, hem de giyebileceğim bir şeyler bulmaya çalışıyordum. O sırada Rose’nin omzumdan tutmasıyla yerimden sıçramam bir oldu. Onun arkamda olduğunun bile farkında değildim. “Al kardeşim, bunu görevi tamamladığında verecektim ama giyecek bir şeyler bulamadığına göre bunları giymek istersin belki.” dedi elindeki torbayı bana uzatırken. Torbayı elinden alıp içindekileri çıkarmaya başlamadan önce kardeşime dönerek “Her zamanki gibi tam zamanında yetiştin, sağ ol kardeşim.” dedim ve bana aldığı kıyafetleri çıkararak baktım. Üzerime uzun badi almıştı, gökkuşağı gibi bütün renkleri içinde barındıran. Altıma da siyah bir kapri almıştı, gerçekten de çok güzellerdi bunlar. Bir yandan gülümserken diğer yandan da üzerime denemek için içeri doğru ilerlemeye başladım. Üzerime giydiğimde aynaya yönelerek kendime baktım. Bu kıyafetler gerçektende bana yakışmıştı, ten rengime ve gözlerime uyum sağlamış, hoş durmuştu. Kendime aynada bakmayı bırakıp hafif bir makyaj ve saçımı yukarıdan topuz yaptıktan sonra hazırlanmamı bitirdim. Odamdan çıkıp salona yöneldiğimde kardeşim bana bakarak gülümsedi. O an gerçekten de güzel olduğumu fark ederek bende gülümsedim. Eh, aslında güzellik yarışına değil, tanrıların oyununa gidiyordum yani güzel değil, görevi yapabileceğim rahat şeyler giymem gerekiyordu. Ama şu da vardı ki, hem bu kıyafetler güzel, hem de rahattı. Bunun verdiği rahatlama hissiyle gülümsedim ve kardeşime dışarı çıkmadan önce son kez sarılarak “Şans dile bana kardeşim.” dedim. Kapıya doğru yürürken “Başarılar kardeşim.” demesiyle kulübemden çıkarak kamp meydanında her oyundan önce buluştuğumuz yere doğru ilerlemeye başladım.
--------------------------------
Kamp meydanına geldiğimde yarışmada kalan 8 melezler olarak yavaş yavaş toparlanıyorduk. Aramızdan Satellite, Allen, Zack ve Alexis ayrılmıştı ve bu yarışmanın sonunda da birimiz ayrılacaktık. Bu ayrılan kendim olmak istemediğim için görevimi yaparken daha çok yoğunlaşacak ve hiçbir şeyin dikkatimi dağıtmasına izin vermeyecektim. Elimden gelen her şeyi yaptıktan sonra eğer kaybedersem o zaman kendimi suçlamazdım. Ama dediğim gibi kendi suçum olursa elenmek, o zamanda kendimi affetmezdim. Ne de olsa kulübemi temsil eden tek kişi bendim ve babam bana bu konuda güveniyordu. Aklımdaki bu düşüncelerle uğraşırken Kheiron’un geldiğini fark ederek düşüncelerimden sıyrıldım. Etrafıma baktığımda ağabeyim Drake ve üvey kardeşim Kate’nin yanıma geldiklerini fark ederek gülümsedim. Yarışmadan önce onları görmek çok iyi geliyordu bana. Onları incelerken ikisinin de mutlu olduğunu fark ettim. Eh, ne de olsa istediğimiz herkes ilk 8’e kalmayı başarmıştı. Onların gülümsemesini görerek bende gülümsedim ve ardından konuşacağını anladığım Kheiron’a döndüm. Bakalım bu sefer Tanrılar bize ne tür oyunlar hazırlamışlardı? Ben merakla Kheiron’a bakarken, o bizi daha çok merakta bırakmamak için konuşmaya başladı. “Hepiniz hoş geldiniz melezlerim. İlk başta ilk 8’e kaldığınız için tebrik ediyorum sizi, hepiniz oldukça başarılısınız.” Kheiron’un bu sözleri hepimizin üzerinden az da olsa stresimizi almış ve bizi sakinleştirmişti. Kheiron hepimizin mutlu olduğunu anlamış olacak ki lafı uzatmadan devam etti. “Melezlerim oyun hakkında yapacağım tek açıklama bu oyunu Tanrıça İris ve Tanrıça Hekate hazırladı. Birazdan onlarla buluşacağımız yere götüreceğim sizleri ve oyununuz başlayacak.” Bunun üzerine yanımdaki tüm melezler fısıldaşmaya ve oyun hakkında yorumlar yapmaya başladılar. Onları bir yandan dinlerken, bir yandan da yorum yapmamak için kendimi tutuyordum. Oyunlardan önce yorum yapınca hep oyun farklı çıkıyor ve bende hayal kırıklığına uğruyordum. Bu yüzden yorum yapmak yerine kafamı boşalttım ve herkes ile beraber ilerlemeye başladım. Ormanın yakınlarına geldiğimizde duraksadık. 2. oyundaki gibi burada da bir bina vardı ve anlaşılan bu da tek bir odada oynanacak oyundu. Tabi bu oyun nasıl olur, tartışma konusu… Kheiron geldiğimizi belli etmek için elini kaldırdığında hepimiz durduk ve bize doğru gelen iki Tanrıçaya bakmaya başladık. İkisini de ilk defa görüyordum. Bu kadar zaman kampta olmama rağmen ikisini de görmemiştim daha önce. İkisi de gerçekten güzeldi Tanrıçaların. Zaten bu zamana kadar çirkin bir tanrıça hiç görmemiştim. Bize gülümseyerek baktıktan sonra tek tek hepimizi odaya almaya başladı. Çok uzun zaman geçirmese de içeride arkadaşlarım, bana gerçekten uzun gelmeye başlamıştı. Hem heyecanım, hem de merakım çok fazlaydı, bu da zamanın yavaş akmasına neden oluyordu.
Bir süre beklememin ardından Tanrıçaların beni içeri çağırması üzerine onlarla beraber odaya doğru ilerlemeye başladım. “Hoş geldin Cornelia, sana şimdiden görevinde başarılar.” Tanrıça Hekate’nin bunu demesi üzerine sağıma dönerek ona baktım ve gülümsedim. "Teşekkürler Tanrıçam.” diye söyledikten sonra kapısını açtıkları odanın içine girdim. Arkamdan geldiğini bildiğim Tanrıçaları bir an unutarak gözlerimle etrafı taradım. Ne kadar dikkatli baksam da bu odada tezgahtan başka hiçbir şey yoktu. Bunu görüp şaşırınca gözlerimi Tanrıçalara çevirerek sordum. “Tanrıçalarım görevim nedir? Ne yapmamı istiyorsunuz?” Bu odada tehlikeli hiçbir şey göremiyor, aksine ne yapacağımı bile anlayamıyordum. Tezgahta yemek falan yapmamı bekleyemezlerdi değil mi benden? Ne de olsa bu bir görevdi ve bir şeyler yapmam, bulmam yada savaşmam gerekiyordu, en azından ben öyle düşünüyordum. Tanrıça İris oyunu anlatacağını belli ettiği anda gözlerimi ona odakladım. Ağzından çıkacak olan her kelimeyi aklıma not edecek ve istenileni yapacaktım. “Senden sihrin rengini elde etmeni istiyoruz. Bu rengi bulmak, bunu nasıl yapacağın yada ne ile yapacağın bizi ilgilendirmez. Gördüğün üzere tezgahın üzerinde malzemelerin ve 7 adet boş tüpün var, gerisi sana kalmış.” diyerek tamamladı cümlesini. Bu söyledikleri beni hem şaşırtırken, hem de hiçbir şey anlamamama sebep olmuştu. Ne yani şimdi sihrin rengini elde edecektim ve elimde hiçbir renk olmadan. Evet, kesinlikle Tanrılar bu oyunu giderek zorlaştırıyorlardı. Daha sihrin renginin ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu, nasıl olurda onu yaratabilirdim? Tezgaha doğru yaklaşınca üzerinde birkaç malzeme daha olduğunu fark ettim. 7 adet boş deney tüpünün yanında, çeşme, toprak, çakmak ve mektup ile gazete kağıtları vardı. Ne yani şimdi bunları kullanarak benden bir renk mi çıkartmamı bekliyorlardı? Evet, kesin ben bu görevi de yapardım, hem de elimde Tanrıça İris’in söyledikleri dışında hiçbir şey olmadığı halde. Sakinleşmeye ve aklımı toparlamaya çalışarak derin nefes aldım ve Tanrıça İris’e döndüm. “Peki bunlar dışında başka bir bilgi veya ipucu yok mu?” diye sordum. Tanrıça İris umutsuz gözlerle bana bakarken, Tanrıça Hekate söze karıştı. “Hayır kızım, sadece bu kadar bilgi verebiliriz. Gerisi senin zeka ve mantığına kalmış bir şey. İyi düşün, eminim bulursun. Artık biz gidiyoruz, umarım geldiğimizde yapmış olur ve bu görevi de geçersin. Sana görevinde kolay gelsin.” Hekate’nin bu sözleri üzerine diyebilecek hiçbir şey bulamadım. Bana başka hiçbir şey söylemeyecekler yada yardım edemeyeceklerdi. Biliyordum ki bunu adil olması için yapıyorlardı ve bu konuda çok haklıydılar. Yine de henüz ne yapacağım hakkında bir fikrim yoktu, rengin ne olduğunu bile bilmiyordum. “Teşekkür ederim Tanrıçam.” diyerek onların odadan çıkışlarını izledim. İkisi de dışarı çıktığında artık odada tek başıma kalmıştım ve bir an önce rengi bulup o rengi oluşturmak için uğraşmalıydım. Tezgahın yanına gittiğimde gözlerimi tezgahta dolaştırdım. Gözüme herhangi bir renk yada renk oluşturacak bir şey çarpmıyordu. Zaten ondan önce rengi bulmalıydım değil mi?
Tezgahı incelemeyi bırakarak bağdaş kurup yere oturdum. Renk… Sihrin, büyünün rengi… Aklımda sürekli bunu tekrar ederken gözlerimi yavaşça kapadım. Şimdi bu renk Tanrıça Hekate ve İris ile ilgili olmalı. İris gökkuşağı tanrıçasıydı değil mi? Hekate ise büyü. Tanrıça Hekate’nin en büyük özelliği neydi? Ah neydi nasıl unuturum ben onu? Aklımdan bunları düşünürken bir yandan da cevabı bulmaya çalışıyordum. Oturmaktan sıkılıp, gözleri açıp ayağa kalkarak odanın içinde dolaşmaya başladım. Hekate… Tanrıça Hekate… Adını söyleyerek mitoloji kitaplarında okuduklarımı hatırlamaya, gözlerimde canlandırmaya çalışıyordum. İlk başta bu işe yaramasa da ardından yavaş yavaş bilgiler aklıma akın etmeye başladı. Tanrıça Hekate… Tezgaha dayanıp durduğum anda birden aklımda canlandı. Önceden, ilk geldiğim zamanlar okuduğum mitoloji kitabı. “Ah, nasıl unuturum ben onu!” diye söylendim kendi kendime. Tanrıça Hekate’nin en büyük özelliği neydi? Her Tanrı ve Tanrıçadan biraz almış ama kimseye benzememişti. İris ise tüm renkleri barındırıyor, tez haber Tanrıçası. Şimdi Hekate’nin tüm Tanrılardan bir özelliğini barındırdığı gibi Tanrıça İris de renkleri barındırıyor. Peki tüm renklerin karışımında ne renk çıkar? Yada daha doğrusu bütün renkler hangi renkten türer? Bir an zihnim sessizliğe bürünse de sonunda rengi haykırdım. “Tabi ki de beyaz!” Evet tabi ki sihrin rengi beyazdı, başka ne bekliyordum ki. Beyaz, her rengin birleşiminden oluşur ancak hiçbir renge benzemez, aynı Hekate gibi. Ama içerisinde de tüm renkleri yani 7 rengi de barındırır, bu yönü de İris’e benzer. “İşte bu!” diyerek aklıma gelen, küçükken ezberlediğim şiiri söylemeye başladım.
Ve İris simgelerdi gökkuşağının yedi rengini,
Hera ve Zeus’un tez habercisi,
Hekate ise tüm tanrılardan bir parçaydı,
Fakat onlardan farklı.
Beyaz tıpkı onlar gibi,
Hekate gibi tüm renklerden farklı,
İris gibi hepsiyle aynı.
Ve bir büyü gibi,
Öyle ki onu kullanmak çok önemli,
Beyaz simgelemez her zaman iyiyi ve güzeli,
Bazen kötülüğü barındırır içinde beyaz,
Ona sahip olmayan nedir anlayamaz.
Bu şiiri unutmadığım için kendime bir ödül vermeliydim. Resmen şiir bana yol gösterici bir harita gibiydi. Bunu düşünerek gülümsedim ve tezgaha döndüm. Şimdi neydi? Hava, su, toprak ve ateş büyüyü temsil ediyordu, evet bundan emindim. Gülümseyerek bir deney tüpünün içine bir miktar toprak katarak bir köşeye koydum. Ardından geriye kalan 6 deney tüpüne göz attım. Gözlerimi kapayarak birisinin içini yarıya kadar su doldurdum. Gözlerimi açtığımda suyu içinde görerek gülümsedim ve vakit kaybetmeden onu başka bir köşeye çektim. Toprak ve su hazırdı, ama şimdi bana ateş ve hava gerekliydi. Ateş… Tam ateşi nasıl yaratacağımı düşünürken tezgahın diğer ucunda duran mektup, gazete ve çakmak dikkatimi çekti. Onları yanıma doğru çekmemin ardından elime çakmağı alarak gazeteden büyük bir sayfa kopardım. İstediğim olur muydu bir fikrim yoktu ama denemekten bir şey olmazdı değil mi? Odanın ortasına doğru ilerleyerek yere gazete parçalarını bırakarak çakmakla yaktım. Zaten istediğim olmasa da bu ateşin büyüme riski yoktu, ne de olsa Poseidon’un kızıydım. Bir süre bekledikten sonra ateş söndü ve tam da istediğim şey oldu. Gazeteden kalan kağıt külleri yere dökülmüştü. Sıcak olmasına aldırmayarak külleri elimde topladım ve boş olan bir deney tüpünün içine boşalttım. Şimdi ateşi de bulduğuma göre bir tek hava kalmıştı. Zaten onu da üfleyecektim. Yine de bir şey eksikmiş gibi hissediyordum. Deney tüplerine baktığımda 4 deney tüpünün boş olduğunu fark ettim. Bir şeyler daha yapmalıydım ama ne? Aklıma hiçbir şey gelmiyordu ama biliyordum ki hala eksiklerim vardı. Sıkıntıyla iç çekerken dirseklerimi tezgaha dayadım ve başımı ellerimin arasına aldım. Ben ne yapmamıştım? Neyi eksik bırakmıştım, ne? Birden gözüme kenardaki mektup çarptı. Acaba onunda bir parçasını eklemeli miydim? Bunu işte iyi düşünmeliydim. Bir süre sessizce düşündükten sonra eklemeye karar verdim. Ne de olsa mektup haberi anlatırdı ve bu İris’e uygundu değil mi? Mektuptan bir parçayı da boş olan bir deney tüpüne ekleyerek onu da kenara koydum. Geriye kalmıştı 3 tüp… Eklenmesi gereken son bir şey… Bir şey eksik olduğunu biliyor olmama rağmen ne olduğu hakkında hala bir şey gelmemişti aklıma. Kendime kızarak tezgahın kenarına, yere çökerek oturdum. Şimdi bu kadar ilerlemişken bırakamazdım bu görevi değil mi? Zaten bırakmakta istemiyordum, tek istediğim şu görevlerde başarılı olmaktı.
Dizlerimi kendime çekerek başımı ellerimin arasına aldım ve şiiri düşünmeye başladım. İçimden hem tekrarlıyor, hem de ne atladığım bulmaya çalışıyordum. Birden şiiri söylerken 3. kıtadaki cümleyi fark ettim ve başımı kaldırarak sesli söylemeye başladım. “Beyaz simgelemez her zaman iyiyi ve güzeli.” İyi ve güzel, aynı zamanda kötü… Birden bu kelimeleri düşününce aklıma annem gelmişti. Ne demişti? “Hayat tıpkı cam parçaları gibidir kızım. Eğer üzerine basarsan canın acır, bu kötü olur. Ama sevmediğin biri o cam kırıklarının üzerine basarsa, onun canı yanar ve senin için iyi olur.” Evet, sonunda bulmuştum. Hızla oturduğum yerden kalkarak tezgaha döndüm ve boş deney tüplerinden birini elime alarak onu tezgaha vurdum. Deney tüpü paramparça olurken, ben iki adım geriye kaçtım. Camlar yere ve tezgahın üzerine düştüklerinde yerdekileri daha çok parçalamamaya dikkat ederek tekrar tezgahın yanına gittim. Tezgahın üzerindeki camları dikkatlice toplarken geriye kalan 2 boş tüpten birinin içine bir miktar koymaya başladım. Camlarla da işim bittiğinde, tezgahtaki camları temizleyerek deney tüplerini önüme çektim. Suyu uzağımda bırakırken tek tek tüpleri karıştırmaya başladım. Toprağı küllerin içine döktüm. Ardından ikisini de, mektup parçasının içine dökerek karıştırmaya devam ettim. Bu karıştırma işlemim birkaç dakika uzun sürse de acele etmiyordum. Sonunda mutlu olmak ve görevimi tamamlamak için biraz sabretmem gerekiyordu değil mi? Hepsinin karıştığına emin olduktan sonra o karışımı camın üzerine döktüm. Bu karışımı birkaç kere deney tüplerinde birbirlerine aktardıktan sonra durarak iksirin olduğuna karar verdim ve hiç kullanmadığım boş deney tüpünün içine boşalttım karışımı. Son olarak da kalan son madde olan suyu içine döküp karıştırdım ve üfledim. Üflemem ile geri çekilmem bir oldu. Deney tüpünün içinden beklemediğim bir ışık parıldayarak karışım siyah suya dönüştü. Bir dakika bunda bir terslik vardı, suyun siyah değil beyaz olması gerekmez miydi? Yoksa izlediğim yol yani şiir yanlış mıydı? Ama doğru olduğuna o kadar emindim ki… Şimdi emin olamadığım tek şeyi düşünmeye başladım. Benim rengim siyah mı olması lazımdı yoksa beyaz mı? Bir süre bunun tartışmasını aklımda yaptıktan sonra birden aklıma eklediğim saf su geldi. Gözlerimi kapadım ve şiiri içimden tekrar ettim. Beyaz olan her şey iyiyi ve güzeli temsil etmediğine göre, siyah olan her şeyde kötüyü temsil etmezdi ne de olsa. Birden son olarak içine kattığım suyu hatırladım. Eğer o suyu buharlaştırırsam ne olurdu? Bunu denemeden bilemezdim işte. Hızla tezgahın üzerinde duran ufak küçük deney ocağını kendime çektim ve ateşi yakarak tüpü üzerine koydum. Su ısınmaya başladıkça ve buharlaşma oluşmaya başladığında, buhar ile birlikte saf su havaya karışıyordu. Bu havaya karışan buharın tek bir farkı vardı, beyaz değil siyahtı! Tam da istediğim gibi koyu renk su ile havaya karışıyor ve deney tüpünün içinde beyaz renk kalıyordu. Isıtma işlemim bitene ve koyu renk kaybolana kadar suyu buharlaştıktan sonra beyaz sıvıyı görerek sevinçle haykırdım. “Sonunda yaptım!” O kadar mutluydum ki şu an dans etmemek için kendimi zor tutuyordum. Ortaya çıkardığım beyaz renk bulunan deney tüpünü ortaya koyarak tezgahın başında beklemeye başladım. Artık bir an önce Tanrıça İris ve Hekate’nin gelmesini istiyordum.
Bir süre bekleyişimin ardından Tanrıça Hekate ve İris odaya geldiler. Onlara gülümseyerek selam verdikten sonra “Hoş geldiniz Tanrıçalarım.” diyerek karşıladım onları. Tanrıça Hekate gülümseyerek “Hoş bulduk Cornelia. Gördüğümüz kadarıyla sihrin rengini bulup, görevini yerine getirmişsin, tebrik ederiz.” cevabını vermesinin ardından bende gülümsedim. Şu an o kadar çok mutluydum ki içimdeki hissi kendime tarif etmem bile çok zordu. “Evet bitti Tanrıçam, yaptım.” Ben cümlemi tamamladığım sırada Tanrıça İris gidip deney tüpünü tezgahın üzerinden almıştı bile. “Tebrikler kızım, artık arkadaşlarının yanına dönebilirsin, görevini tamamladın.” demesinin ardından son kez iki Tanrıçaya da selam vererek odadan çıktım ve arkadaşlarımın yanına doğru ilerlemeye başladım.