Odadan içeri adımını atarken, heyecanını gizleyemiyordu. Tanrıça Diana’nın ve rüzgarların efendisi Aeolus’un oyunundan geçmeyi başarmıştı. Yine de içinden bir ses, bu oyunun ona göre çok daha zor olacağını söylüyordu. Belki bininci kez, kendisine sakin olması gerektiğini hatırlatırken, onun içeri girmesinin ardından arkasından kapatılan kapıya baktı. Derin bir nefes aldıktan sonra, odada neler olduğunu incelemeye başladı. Pek bir şey yoktu. Yalnızca bir adet yatak, onun yanında sehpa ve o sehpanın üzerinde içinde tam olarak ne bulundurduğunu anlamadığı, tuhaf görünümlü bir içecek vardı. Somnus ve Ceres’in tam olarak ne hazırladığını bilmiyordu hala. Ama o tuhaf içeceği içmek istediğine de emin değildi. Yatağa doğru ilerlerdi yavaşça. Her an bir şeyin çıkmasından korkuyor gibi görünüyordu ama çıkmadı. Anlaşılan onlardan istenilen tek şey uyumalarıydı. Uzanırken, elini soğuk bardağa uzattı. Ceres’in amacı ne bilmiyordu. Yine de içecekti. Kısa bir süre tereddüt etse de, eli ile burnunu kapattı ve hiç soluklanmadan bir yudumda bitirdi. Tadını anlamaya çalışırken bir süre bekledi. Heyecanlı olduğu için anlamamıştı belki de, herhangi bir tat alamamıştı. Bitkilerden hazırlanmış sıradan içeceklerden biriydi işte. Bir şeyler olmasını bekliyordu. Ama olmamıştı, sadece gözleri yavaş yavaş kapanıyordu. El yordamı ile yastığı bulduktan sonra, başını koydu ve gözlerini kapattı. Acaba içecek onların kolaylıkla uyumasını sağlamak için mi konulmuştu?
Gözlerini açtığında, sonu belli olmayan çayırlık bir alanda, yerde uzanmış elinde bir not tutuyordu. Sersemlemiş bir şekilde ayağa kalkarken, elindeki nota baktı. Uyurken elinde tutmadığına bashe girebilirdi. Açıp okumaya başlamadan önce derin bir nefes aldı. Ne yazdığını merak ediyordu. "Merhaba melez! Artık düşsel macerana başladığına göre, yapman gereken görevi öğrenmenin de vakti geldi. Senden istediğimiz şey, Hayat Ağacı'nı bulup meyvelerinden birini alman ve sonrasında uyanman. Uyanmak için yapmak gereken tek şey, bu dünyada uyumak. Eh, eğer görevini tamamlayamadan uyursan bu, gerçek hayatta uyandığında kendini diskalifiye olmuş olarak bulman anlamına geliyor. Hypnos'tan bir ek bilgi; Uyumak, düş görmek, düşlerden faydalanmak veya düş seyahatine çıkmak, birbirinden farklıdır. Derin bir uyku yalnızca insanı dinlendirirken, bilinçli düşler ona bilgelik kazandırır. Amaçlı uykular, hüsrana uğratmaz." Şaşırmıştı açıkçası. Hayat Ağacı kısmını defalarca okudu. Mitolojide geçen Hayat Ağacı’nı hatırlamaya çalıştı. Ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. Bu sefer başka bir not aramaya başladı. Hayat Ağacı’nı mutlaka anlatmalılardı. Belki kalkarken elinden düşürmüştü. Ayağı ile üzerine basıyor da olabilirdi. Bu düşüncelerinin doğru olup olmadığını anlamak için ayağını kaldırdı, bir süre çevresinde dolaştı ve başka kağıt aradı ama yoktu! Öfkeli bir şekilde ayağını yere vurdu. Hangi yöne gidecekti? Ne yapacaktı? En ufak bir fikri yoktu. Elindeki notu sıkmayı bıraktı ve tekrar okudu. Kaçırdığı bir noktayı arıyordu. Belki bir ipucu bulacaktı, belki de bu notta bir şey gizliydi. Okumaya devam ederken, içinden tekrar ediyordu bazı sözleri. Meyve alana kadar uyuma, düş görmek, bilinçli düş görmek... Notu sinirli bir şekilde kotunun cebine buruşturarak koyduktan sonra ilerlemeye başladı. Uçsuz bucaksız çayırda, tek başına ilerlerken, elinde bir harita olması için neler vermezdi. Ne yazık ki haritası yoktu. Sadece ilerleyecekti. Bu gerçeği kabullenmek, suratını asmasına ve biraz da paniklemesine yol açmıştı. Neden Somnus’un ya da Ceres’in çocuğu olmamıştı ki? O zaman buradan kurtulmak ve şu Hayat Ağacı dedikleri zımbırtıyı bulmak, onun için çok daha kolay olurdu.
Yürürken, aklına notta yazan sözler geliyordu. ‘Uyumak, düş görmek, düşlerden faydalanmak veya düş seyahatine çıkmak, birbirinden farklıdır. Derin bir uyku yalnızca insanı dinlendirirken, bilinçli düşler ona bilgelik kazandırır. Amaçlı uykular hüsrana uğratmaz.’ Durdu. Sözler zihninde dönüp dururken başını kaldırdı ve onu duyacağını bildiği Somnus’a seslendi. “Ne o Uyku Tanrısı? Artık felsefe mi yapıyorsun? Eminim bunu anlamadığımızı gördüğünde keyfine diyecek olmuyordur!” Öfkesini sesine yansıtmaya çalışmıştı bir şekilde. Tanrı’nın onu duymasını, cevap vermesini istiyordu. O an içinden, yorulana veya öldürülene kadar kavga etmek geliyordu. Çevresinde kimse olmadığı için, sinirini çıkaracak bir şey bulamıyordu. Bu durum onun iyice canını sıkmaya başlamıştı. Yine de öfkesini Hayat Ağacı’nı bulduktan ve bu hayali dünyadan kurtulduktan sonrasına saklamalıydı. Enerjisini çok kullanmamalı, ayık kalmalıydı. “Uyumak yok!” Diye hatırlattı kendine. Uyursa, Lupa’nın utanç kaynağı olacaktı. Buna dayanamazdı. Kendisini sakinleştirmek için başka şeyler düşünmeye çalıştı. Belki o zaman unuturdu bunları.
Odada uyuyan bedeninin nasıl göründüğünü merak etti. Ruhu burada, saçma bir ağacın, saçma bir meyvesini bulmaya çalışırken, gerçek dünyadaki bedenini oldukça savunmasız hissediyordu. “Saçmalama Katherine.” Başını salladı toparlanmak istercesine. Şimdiden saçmalamaya başladıysa, sonlara doğru ona ne olacaktı bilmiyordu. Eli yavaşça cebinde ağırlaşmış nota doğru gitti yine. Çevresinde sonu görünmeyen çayırlarda bir farklılık aramaya çalışıyordu. Su, herhangi bir çiçek! “Yeniden öfkelenme Katherine!” Diyerek kendine kızdı. Aslında, bu iş biraz hoşuna gitmişti. İstediği kadar bağırabilir ya da öfkesini bir şekilde gösterebilirdi. Tanrılar belki bunu tuhaf bulacaktı ama kimin umurundaydı ki? Hala kot pantolonunun cebinin içinde duran notu tutuyordu. Sıkıyordu onu. Sanki sıkması ile kağıt parçalanacak, bu kabustan kurtulacak gibiydi. Ama hiçbir şey olmadı. Ne yapacağına dair en ufak bir fikri bulunmadığı şu dünyada, Tanrılara aklına gelen her laneti söylemek istiyordu belki de. En fazla ne olabilirdi ki, karşısına daha çok zorluk çıkardı, hırpalarlardı. Peki ya öldürmek? Sanmıyordu. Tanrılar onları buharlaştırmaktan çekinmeyeceklerini söyleyip uyarırdı her zaman. Ama uygulama yoktu. Çünkü melezlere ihtiyaçları vardı. İster savaş, ister eğlence, ister ayak işleri için. Katherine, Romalı olan her şeye saygı duyardı. Tanrı ya da melez olsun fark etmezdi. Ama bu oyuna seçilip, onların eğlencesi için canını tehlikeye atacak olması… Onun asıl canını sıkan buydu işte. Bir anda yüzünde bir tebessüm oluştu. Ona bakan biri kesinlikle delirdiğini düşünecekti. Belki de deliriyordu. Bir anda sinirlenip, sonra gülmek normal sayılmayacak davranışlardandı. Gerçi o bile umurunda değildi ya. Ne olduysa olmuştu artık.
Tıpkı ilk etap gibi yanlarına favoru silah alma izni verilmişti. Katherine ise şu anda silahsızdı. Nedenini bilmiyordu gerçi. Herkesin yanına silahını aldığına emindi ama o tam bir aptal gibi davranıp, kendini tamamen çıplak hissetmesine sebep olacak şekilde, silahlarını kulübede bırakmıştı. Bu durum biraz söylenmesine sebep olurken, tam tepede duran güneşin aydınlattığı, kahverengi saçında dolaştırdı ellerini. Canavar yoktu, tuzak yoktu. Sıkılmaya başlamıştı biraz. Nerede olabilirdi bu Hayat Ağacı? Üstelik ne olabilirdi? Neye benzerdi? Meyveleri nasıl şeylerdi? Bunları da bilemiyordu. Bilmediği şeyi nasıl arayacağı hakkında ise en ufak bir fikri yoktu. Çayırda yürümeye devam ederken, bazen oturup dinleniyordu. Gözleri, çevresini son bir kez tararken, uzakta farklı bir şeyler olduğunu görebiliyordu. Sadece küçük bir çocukken yaşadığı sevincinin ona geri döndüğünü hissetti. Sonunun olmadığını düşündüğü bu çayırdan çıkabilecekti. Adımlarını hızlandırırken, aklındaki tek düşünce, sonunda Hayat Ağacı’nı bulmaya biraz daha yaklaştığı idi. Koşarken, ayağının nereden çıktığı belli olmayan bir taşa takıldığı oluyor, sendelese de yılmadan koşmaya devam ediyordu. Nereye gideceği belli olmadan yürüdüğü birkaç dakika ya da saatten sonra, en azından farklı bir şeyler görmek, kaybolmak üzere olan umudunun yeniden yeşermesini sağlamıştı. Bozulan sinirleri normale dönmüş gibi hissediyordu aynı zamanda. En azından, bu hayal dünyasında gözlerini açtığından beri yaptığı gibi, Tanrılara lanet okumayı bırakmıştı. “Sırf bu yüzden ceza tarlalarına yollamazlarsa şaşırırım.” Bunu dedikten sonra kendi kendine güldü. Belki öldüğünde oraya gitmeyecekti ama yaşarken gitmek, bir numaralı önceliklerinden olacaktı. Drahmileri önüne koyduğunda Charon’un yüzünü görmek için sabırsızlanıyordu. “Aklını başka şeylere vermeyi bırak Katherine!” Diyerek, kendini belki bininci kez azarladı. Bazen arkasına bakıyor, her an bir şey çıkmasından korkuyormuş gibi görünüyordu. Sonuçta, yaklaştığı o yeni görünümlü alan, belki de bir tuzaktı. Ama ne zaman baksa, arkasında hiçbir şey göremiyordu. En sonunda, biraz paranoyaklaşmaya başladığını fark etti. Hiçbir şey yoktu. Tek yapması gereken, sarmaşıklarla dolu olduğunu yeni anladığı yeri geçmekti.
Oraya yaklaştıkça, sarmaşıkların fazla bol olduğunu gördü. Bu biraz sinirini bozmuştu. Bir süre durup, ne yapabileceğini düşündü. Sarmaşıkların çevresinden dolaşmak, en mantıklı sonuç gibi gelmişti ona. Sonsuza dek uzanamazdı ya bu sarmaşıklar. “Yardım edin…” Duyduğu bu ses, durmasına sebep oldu birden. Sarmaşıkların arasından gelmişti bu uykulu ses. Sanki pes etmiş, uyumak üzereymiş gibiydi. Nefes alamıyormuş gibi de boğuk çıkıyordu. Bir süre anlam veremese de, en sonunda o sese yardım etmeye karar verdi.“Kim var orada?” Cevap gelmesi için bir süre daha beklemeye karar verdi. Ama ses yoktu. Her kimse, sarmaşıkların arasında sıkışmış olmalıydı. Zamanı boldu. En azından o öyle düşünüyordu. Ben merkezci kişiliğini bir kenara bırakmalı, sarmaşıkların arasındaki adama yardım etmeliydi. “Geliyorum, merak etme dostum.” Kılıcını çıkarmak için parmağına gitti eli. Silahının yüzük şeklinde parmağında takılı olduğunu sandı bir an. Olmadığını hatırladığında gözlerini devirdi. Anlaşılan fiziki kuvvet ile yapacaktı işini. Sarmaşıklara yaklaştı. Elini uzatırken tereddüt etti ama yapmak zorundaydı.
Dokunduğu anda bir anda göz kapakları ağırlaşmış gibi geldi ona. Kapatmak istemiyor ama onlar kendiliğinden kapanıyordu. Aynı zamanda sarmaşığın bileğine dolandığını da hisseder olmuştu. Ne kadar aptaldı! Bu sarmaşıklar dokunan kişinin uykusunu getiriyor, ardından onları boğuyordu. Peki ya o adam kimdi? Melezlerden biri miydi yoksa? Ama kimsenin birbirini bulmaması ya da karşılaşmaması için önlem alınmamış mıydı? O zaman kimdi bu adam? Bulamıyordu! Cevabı bulamıyordu! İkiye bölünmüş gibi hissediyordu kendini. Bir yanı sarmaşığa teslim olmak, uyuyup bu oyundan kurtulmak isterken, diğer yanı ise savaşmak istiyordu. Katherine, asla pes eden bir kız olmamıştı. Herkes bilirdi bunu. Şimdi de öyle olmayacaktı. Hem kendisini, hem de o adamı kurtaracaktı. Ama nasıl? Eğer biraz daha düşünmeye devam ederse uykuya teslim olacaktı. O anda aklına bir fikir geldi. Bağırmak istiyordu, sevincini göstermek istiyordu ama ağzından ne olduğu anlaşılamayan boğuk birkaç kelime çıktı sadece. Su! İçinde bekleyen suyu bulmalıydı. Su, onun bir parçasıydı. Burası da bir hayal dünyası değil miydi? Amaçlı uykular, hüsrana uğratmaz. Diye tekrarladı içinden. Yapması gereken tek şey suyu düşünmek olacaktı. O zaman buradan kurtulabilirdi belki. Sonuçta, Amphitrite de bir zamanlar nimfeler gibiydi. Deniz dibi Tanrıçası olabilirdi ama aynı zamanda Nereus’un elli kızından biriydi. Naiadlar gibiydi bir bakıma Katherine. Suyu kullanabiliyordu, ondan ayrı kalamıyordu. Arkasından duyduğu su sesi ile, zor bir şekilde de olsa gözlerini açtı. Sarmaşık boğazına kadar çıkmış sıkıyordu onu. Nefes alamayacak hale gelmişti ama umurunda değildi. Beyninde kalan son oksijenleri de kullanarak, kontrol edebildiği suyun sarmaşıklara doğru akmasını sağladı. Su, dikdörtgen şeklinde ilerleyerek sarmaşıkları yok ederken, onu sıkan bitkilerden kurtulmanın sevinci ile nefes aldı bir süre Katherine. Oksijensiz kalmak ne demekti, şimdi anlıyordu. Koşarak uzaklaşmaya hazırlanırken, yardım ettiği adam geldi aklına. Şimdi onun kim olduğuna bakabilecekti. “Orada birileri var mı?” Sesinde bariz bir merak ile sormuştu sorusunu. Korku yoktu, endişe yoktu… Sadece merak vardı. “Teşekkür ederim.” Arkasından duyduğu bu ses, hızlı bir şekilde dönmesine ve adamı yere yapıştırmasına sebep olurken, hala meraklıydı bakışları. Biraz da öfkeli. “Sadece teşekkür etmiştim!” Dedi bu sefer. Katherine onun sinirlendiğini görebiliyordu. Nedenini bilmiyordu ama bu adamı sinirlendirmemesi gerektiğini düşündü bir anda. Önce kendisi ayağa kalktı, elini uzatıp onun kalkmasına yardım ederken, bakışları hala bir cevap beklediğini gösteriyordu.“Gidebilirdin ama beni kurtarmayı seçtin, borçluyum sana. Söyle borcumu nasıl ödeyebilirim?” Şimdi şaşırmıştı işte. Adamı inceledi, sanki onun kim olduğunu anlayabilecekmiş gibi. Sarı saçları vardı, gözleri sürekli renk değiştiriyor gibiydi. Hala biraz uykulu görünüyordu ama bunu sarmaşıklardan yeni kurtulmuş olmasına verdi Katherine. Ona bir sürü soru sormak istiyordu. En önemlisinden başladı sormaya. “Hayat Ağacı’nı öğrenmek istiyorum. Bana onun ne olduğunu anlat.” Adamın gülümsemesi, sanki Katherine’nin bunu sormasını bekliyormuş gibiydi. “Hayat Ağacı, uyku sarmaşıklarını geçtiğinde karşına çıkacak. Normalde üzerinde meyve yoktur. Meyve vermesi için bir insanı gövdesine hapsetmesi gerekiyor.” Katherine, başka sorular da sormak istiyordu ama adamın cevaplayacağından emin değildi. Yine de denemekten zarar gelmeyecekti. “Hepsi bu kadar mı?” Onun bu sorusu adamı yeniden güldürmüştü. Katherine ona bu kadar gülecek neyin olduğunu sormak istiyordu. “Evet, hepsi bu kadar.” Teşekkür ettikten sonra, az önce oluşturduğu suyun açtığı yoldan ilerlemeye başladı. Onu durduran, yeniden adamın sesi oldu. “Melez! Buraya gelmeden önce, Ceres’in hazırladığı içecekten içtin mi?” Cevap vermeden öylece kaldı Katherine. Aklında üç yeni soru oluşmuştu. Bu adam kimdi? Ve onun Romalı olduğunu nereden biliyordu? Peki ya içecek, onu nereden duymuştu? Yine de fazla sorgulamamaya karar verdi. “Evet, içtim.” Demek ile yetindi. Sonra önüne döndü ve ilerlemeye başladı. Sarmaşıkların o geçene kadar eskisi gibi kalacağını düşünmüştü. Fakat yanıldığını anlaması için çok geçmesi gerekmedi. Bitkilerin sesini duyduğunda, arkasına baktı. Yeniden büyüyor, birbirlerine dolanıyor, eski hallerine dönüyorlardı. Elinde olmadan bir kez daha çığlık attı. Eğer yeniden yakalanırsa, kurtulma şansının olacağından bile şüpheliydi. Önce hızlandırdığı adımlarını, ardından da koşmaya başladı. Hızlı bir şekilde nefesler alıyor, yorulmadan bu uyutucu bitkilerden kurtularak uyumadan meyveyi almak istiyordu. En azından şimdi Hayat Ağacı hakkında bilgisi vardı. Peki ya gövdesine girecek insanı nereden bulacaktı?
Çığlığı böldü düşüncelerini. Ayağı bir sarmaşığa takılmış, sonra da yere düşmüştü. O lanet şeyin bacağına dolanmaya başladığını da hissediyordu. Saniyeler içerisinde derin bir nefes aldı ve sonra da tutmaya başladı. Kurtulana kadar nefesini tutmayı başarabilirse, kaçma şansı yüksek olabilirdi. Bir süre sarmaşığı ayaklarından uzaklaştırmak ile uğraşsa da, en sonunda kurtuldu. Şanslı sayıyordu kendini. Belki de bazı Tanrılar yardım ediyordu ona? Hayır. Sanmıyordu. Her ne olduysa, umurunda olmayacaktı. Ayağa kalktı ve koşmaya devam etti. Kısa süreli duraksaması, sarmaşıkların ona iyice yaklaşmasına sebep olmuştu. Sinirli bir şekilde, yeniden hızlı nefesler alıp verirken, ormana bırakıldığı dakikaları yaşıyordu sanki. Ama ormanda bitkiler onun dostu, hayvanlar düşmanı olmuştu. Burada ise hayvan yoktu. Bitkiler düşmanıydı. İkisinde de aynı olan tek şey koşması olmuştu. Hayatını kurtarmak için yaptığı koşusu. Hızını arttırıp önüne baktı. Sonunu görebiliyordu yolun. Sadece koşması gereken birkaç metre kalmıştı. “Hadi Katherine!” Diyerek cesaretlendiriyordu kendini. Bunu yapabilirdi. Yapmak zorundaydı! Kimse için değil, kendisi için yapacaktı! Harika. Şimdi de çizgi romanlarda okuduğu aptal kahramanlara benzemişti. Ama onlar yaptıklarını halkları için yapıyordu. Katherine gibi Tanrıların eğlencesi için savaşmıyorlardı.
Bir havuza balıklama atlıyormuş gibi atladı sarmaşıkların üzerinden. Kurtulmuştu! Bir süre takla atarak sürüklendikten sonra, toprak ve pisliğe bulanmış tişörtü ile yüzünü temizlemeye çalıştı. Benliği ile orada bulunsa bile, temizlik her şeyden önce gelirdi. Artık alışkanlık haline getirdiği söylenmelerinden birini yaparken, karşısında tüm heybeti ile duran ağacı gördü. Meyvesi yoktu. Tıpkı o adamın dediği gibi. Kahverengi, kalın, pürüzlü yüzeyinden dallar çıkıyor, dallarında yeşermiş yapraklar hafif esinti ile sallanıyordu. Çevresine bakındı Katherine. Burada otlar daha yeşil, bitkiler daha fazlaydı. Hayat Ağacı gibi bir sürü ağaç bulunuyordu çevrede. Ama o, özel bir ağaç olduğunu hemen belli ediyordu. Belki de Katherine böyle düşünüyordu. “Yardım edebilir miyim canım?” Duyduğu ses ile irkilip, yan tarafına baktığında, ona tatlı bir şekilde gülümseyen kadını gördü. Bir anda yerinden kalkarken, kadının kim olduğunu düşünüyordu. “Şey, siz kimsiniz acaba?” Kadının gülümsemesi genişledi. “Bu önemli değil. Ben buradaki Hayat Ağacı’nı koruyan, sıradan bir kadınım işte.” Tamam, normalde şüphelenmesi gereken kız, tatlı bir şekilde gülümseyen bu güzel kadına inanmıştı işte. “Ben… Ben Hayat Ağacı’nın meyvesinden almaya geldim. Bu… Bu görevim.” Kadın eli ile ilerlemesini göstermeye çalıştı. “Ah bu çok kolay. Ağaca doğru ilerle, gövdesinden içeri gir. Meyvelerini gövdesinin içerisinde saklar bu ağaç.” Bu ilerlemeye başlamış Katherine’nin duraksamasına sebep oldu. Az önce adam tam tersini söylememiş miydi? “Ama ben… Bunun daha farklı olduğunu düşünüyordum.” Kadının gülümsemesi, bir an için solmuş gibi geldi ona. Ama o kadar hızlı toparlandı ki, hayal görüp görmediğini bilemedi kız. “Nasıl yani? Daha farklı biliyorum derken ne demek istedin tatlım?” O anda Katherine’nin içinden geçen şey, kadının tıpkı Kirke gibi konuştuğuydu. Tatlı dilli ama içinde bir şeytan gizleyen. Bir an için bu kadının Kirke olup olmadığını merak etti. Gözlerini kısarak onu incelediğinde, yanıtı olumsuzdu. Sadece bir kez bile olsa, Kirke ile karşılaşmıştı ve onun bu kadından biraz daha farklı olduğunu biliyordu. Benziyorlardı ama o değildi. Bildiği tek bir şey vardı. Bu kadına güvenmemesi gerekiyordu. Ona doğru, birbirlerine değebilecekleri bir yakınlığa gelene kadar yaklaştı. Kadın tam geri gitmek için adım atacakken, Katherine’nin savaşçı kişiliği geri döndü ve hızlı refleksleri ile onu omuzlarından tutup yere düşürdü. Kadının üstünde dururken, gözlerindeki öfkeyi rahatlıkla görebiliyordu. “Sana güvenmiyorum!” Diye bağırdı ona. Sonra sözlerini devam ettirdi. “Söyle! Kimsin sen?” Kadın da bu sırada kurtulmak için çaba harcıyordu. “Sana yardım etmek isteyen birine böyle davranman hiç hoş değil!” Ama inatçılığını koruyordu. Kadının onun üzerinde büyü kullanmaya çalıştığını anlamıştı. Çünkü içinden bir ses sürekli ona hak vermesini söylüyordu. Buna karşı çıkan tarafı olmasa, çoktan teslim olacağının da farkındaydı. “Sana güvenmiyorum cadı! Üzerimde büyü kullanmayı bırak ve kim olduğunu söyle bana!” Kadın çırpınmayı bırakıp, ateş saçan mavi gözleri ile ona baktı. “Genç melez! Ben Medea’yım! Sen ise, beni tanımayacak kadar aptal bir melezsin!” Katherine, bu sözler üzerine ona aynı bakışlarla karşılık verdi. Omuzlarını tutan elleri, Medea’nın boynuna doğru giderken, içinde hiç vicdan kalmamış gibi hissediyordu. Duygu yoktu. O anda öldürebilirdi cadıyı. Ama sonra durdu. Başını çevirip yavaşça ağaca baktı. Sonra Medea’ya. Bu oyundaki çoğu şeyi anlamıştı. En azından öyle düşünüyordu. Medea, onları kandırmak için hazır bekliyordu. Sonra melezleri ağaca yönlendiriyor, yem yapıyordu. Acaba hiç başarmış mıydı bunu? Peki ya kendisi nasıl etkilenmemişti Medea’nın sözlerinden? Sonra aklına geldi. Ceres’in içeceği! Ne işe yaradığını anlamıştı artık Katherine! Onu Medea’nın büyüsünden koruyordu! Şimdi meyveyi almak için yapması gereken son bir şey kalmıştı. Medea’yı yakasından tutup kaldırdı. O yeniden çırpınmaya başlarken, Katherine’nin aklına yapacak tek bir şey geliyordu. Her şey ağır çekim gibiydi. Elini çekmesi ile Medea’nın kaçması ve yeniden onun üzerine atlaması bir oldu. İkisi de yerde yuvarlanıyor, ağaca doğru gidiyordu. On yedi yaşında bir kız, ondan yaşça büyük bir büyücüye karşıydı ama, hiç de fena değildi. Bu da Katherine’nin içinde gülme isteği uyandırıyordu. Medea aslında güçsüz, normal bir kadındı. Onun silahı büyüleri idi. Büyüleri olmadan o bir hiçti. Ama Katherine öyle değildi. Olmayacaktı da. Yumruklarından biri isabet ettiğinde, bir an için Medea’yı öldürdüğünü sandı. Eli yavaşça nabzına giderken, yaşadığını anlayıp rahatladı. Ağaca canlı bir beden sunması gerekiyordu. Onu yerde sürükleyip, gövdeden içeri sokunda, bir anda esinti arttı. Gövdenin açık kısmı kapamıştı. Yaprakları yeniden uçuşuyordu, en alçak dal en hareketli olanıydı. O daha ne olduğunu anlayamadan, küçük bir şeftaliye benzeyen meyve oluştu o dalda. Elini uzatıp onu kopardığında, normal meyvelerden pek farklı olmadığını düşündü. Peki ya şimdi ne yapacaktı? Bir elinde meyveyi tutarken, diğer eli ile cebindeki notu çıkarmıştı. Orada yazılanları yavaşça okudu. Şimdi yapması gereken tek şey uyumaktı. Sonra bedenine geri dönecekti. Avucunun içindeki meyveyi korurcasına göğsüne yaslayarak yere uzandı ve gözlerini kapattı. O kadar yorulmuştu ki, uyumak için fazla uğraşmasına gerek kalmadı.
Gözlerini açtığında, her şeyin başladığı yatakta duruyordu. Panik halinde meyvenin elinde olup olmadığına baktı. Elindeydi. Benliği ile yolculuk yapmış olabilirdi ama her şeyi sanki gerçek bedeni ile yapmış gibi hissetmişti. Gerçek bir uyku uyumayı dileyerek, yumuşak ve rahat yataktan kalkıp bir süre odada bekledi. Kapıya doğru ilerleyip, yavaşça açtığında, Tanrıça Ceres ile Tanrı Somnus’un onu götürmek için beklediğini gördü. Bakışlarını Uyku Tanrısı'na doğru çevirirken, aklına sarmaşıkların arasında gördüğü adamın kim olduğunu, bir türlü öğrenemediği gelmişti.