Hızla koşuyordu. Bir şeylerden kaçıyor gibiydi. Güneş, ağaçların arasından sıyrılmış, yüzüne doğru uzanmıştı. Asıl sorunuysa nerede olduğu hakkında hiçbir fikrinin olmamasıydı. Sadece tehlikede olduğunu hissediyordu. Sanki durursa, her şeyin biteceğini sanıyordu. Hiç geri dönemeyeceğini biliyordu. Çayırlık bir alandaydı. Buralardan ilk defa geçmesine rağmen, oldukça tanıdık geliyordu. Çakıl taşlarıyla süslenmiş bir patikadaydı; ne yaptığını bilmeksizin koşuyordu. Arkasına bakmamasının ise sebebini bilmiyordu. Bir rüyada gibiydi… Rüya. Yüzünde küçük bir tebessüm oluştu. Sonunda koşmayı bıraktı. Kendini hiç olmadığı kadar özgür hissediyordu. Sanki burası, onun kendi yarattığı, minik sanal dünyası gibiydi. Gökyüzünde süzülerek uçan kuşların tepkilerini fazlasıyla değişikti. Sanki bir şeyden kaçıyorlardı. Ya da bir şeylerden… Gökyüzünde tuhaf bir izlenim uyandırıyordu kuşların bu davranışı. Lakin bunlar bu kadar uzun sürmedi. Bulutların ardına gizlenmişlerdi adeta! Sanki onu uyarıyorlardı. Gözlerini gökyüzünden ayırdı en sonunda. İçinden bir ses devam etmesini söylüyordu. Eh, içinde ki (!) sese itiraz edecek hali de yoktu. Devam etti patikadan. Ayaklarını dinlemekten başka çaresi kalmıyordu. Sanki kendi isteği dışında hareket ediyordu. Tek düşüncesi neler olduğunu öğrenmek olsa da, ilerlemesi gerektiğini biliyordu. Ayaklarının artık hareket etmediğini hissediyordu. Biraz geçte olsa durmuştu. Eh, bunun en büyük nedeni karşısındaki manzaraydı… Görkemli bir ağaçtı. Baştan sona kadar beyaz renge boyanmıştı. Yüzeyi adeta saydam bir mermerden yapılmış gibiydi. İçinde milyonlarca varlığın dolaştığını her ne kadar göremese de bunu hissediyordu. Devasa olan bu ağacın dallarındaysa… “Tlink!” Gelen sesle birlikte irkildi. Ağacın hemen altında bir savaş vardı. Bir adam ve bir kadın arasında… Yüzlerini tam olarak seçemese de kızın büyüsü onu etkilemişti… Kız elini kapadı. Adamın eli ise boğazına doğru gidiyordu. Yere çökmüştü. Yüzünde sayısız kesik ve yara vardı. Boğuluyor gibiydi. Etrafın huzurlu sessizliğini bozan tek şey öksürme sesleriydi. Kız elini tekrar açtı ve adamı ileri doğru itti. İşte, tüm seslerin kesildiği o anda adam, ağacın içine doğru çekilmeye başladı. Eduard ağacın gücünü buradan bile hissedebiliyordu. Etrafı saran çığlıklar durmak bilmiyordu, bir süre sonra kesildi. Adamdan eser yoktu ne yazık ki. Ağaçta oluşmaya başlayan ve dallarına doğru uzanan mavi bir ışıltı vardı. En sonunda soldaki dalın ucunda durdu. Tam olarak göremese de bir şeyler oluşuyordu… Sanki bir…
“Hephaistos oğlu; ikinci görevin için hazırlan.” İrkilerek uyandı. Şapşal bir ifadeyle etrafına göz gezdiriyordu. Odasında olduğuna hiç bu kadar sevineceğini hiç düşünmemişti. Garip bir şekilde, nefes nefese kalmasına rağmen gördüklerinin sadece (!) bir rüya olduğunu anlamak onun için oldukça rahatlatıcıydı. Çok büyük bir hata yaparak, bakışlarını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. İlk dikkatini çeken, varlığın gözleri olmuştu. Durmadan renk değiştiriyordu. İçinde ki yansımalar ise itiraf etmese de daha korkutucuydu. Alevler… Evet, gözlerin içinde sadece onlardan görebiliyordu… Nefes alamadığını fark etti. Her ne kadar zor olsa da bakışlarını başka bir tarafa çevirmeyi başarmıştı. Sonradan fark etse de uyku tanrısının yanında bir beden daha vardı. Tanrıça, Eduard’ın gözlerine bakarak gülümsedi. Tanrıçanın yüzü çok tanıdık geliyordu. Sanki onu uzun zamandır tanıyordu; bu tuhaf hisle birlikte, tanrıça Eduard’a bir adım daha yaklaştı. Eduard ilk defa Hypnos’un sözlerini düşündü. İkinci görev… Neden bu kadar geç bir saatteydi ki? Birinciden yeni çıkmasına rağmen, ikinci görevin ne zaman olacağı hakkında onu uyarmamışlardı bile. İtiraf etmesi gerekirse şaşırmıştı. Aklına aniden gelen bir düşünce; onu tam anlamıyla Hypnos’tan soğutmuştu. Hypnos, ne kadardır onu izliyordu? (!) Sakin olmaya çalıştı. Tanrıça Demeter’in anlayışlı bakışları sayesinde, bu fazla zor olmuyordu zaten. Gördüğü ağacı düşündü. Orada ki yıkımı… Aslında gerekli olan her şeyi yanındaydı. Evet, artık ne olacağını bilmese bile kılıcı ve zırhı ile uyuyordu. Her ne kadar şapşalca bir fikir gibi görünmesine rağmen, şu sıralar oldukça işe yaradığını söylemeliydi. Yatağında doğrularak, ayağa kalktı. Hemen önünde bir kapı oluşmaya başlıyordu. Bu kapının onu nereye götüreceğini bilmese de tanrılara güvenmekten başka çaresi yoktu. Bu görevi Hypnos ve Demeter hazırlamıştı. Bu iki tanrı(ça)nın, güçlerinin birleşmesiyle ortaya ne gibi bir şey çıkacağı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Tahmin edebileceği tek şey, bunun çok ama çok zor olacağıydı. Zaten yarışmaya bu yüzden katılmamış mıydı? Önüne gelen zorluklar ne olursa olsun, bunları aşabileceğini ve herkese kendini gösterebilmek için… Zorluklar sadece aşılmak içindi. Yere serilip, karşına çıkan o zorlukların esaretine girmek için katılmamıştı herhalde. Korkmuyordu; bu da onu, emin adımlarla kapıya yürümesini ve içinde oluşan o hırs duygusunu tekrar tetiklemeye başlamıştı. Kapı, üstünde birçok tozu barındıran, fakat sonradan üstünü mavi bir boyayla boyatılmışa benzeyen türlerdendi. Bununda ona pek hoş bir görüntü katmadığını söyleyebilirdi. Şaşırtıcı bir şekilde ne yapması gerektiğini ve içeride neler bulunacağını biliyor gibiydi. Hypnos, sanki ona bunları zihninden söylüyordu. Yutkunarak, kapıyı açtı. İlk fark ettiği içerisinin loş bir görünümde olmasıydı. Durmadan yanıp sönen lambadan, oldukça eski görünen bir yataktan başka hiçbir şey yoktu odada. Ayrıca son anda fark ettiği, yatağın yanında ki masada duran çamur renginde bir içecek vardı. Genelde böyle şeyler midesini bulandırırdı fakat bu sefer, bulandırmaktan çok ilgisini çekmişti. Hem de fazlasıyla. Eliyle bardağı kavradı. Daha çok, bir bitki çayına benziyordu. Bitki çaylarından her ne kadar nefrette etse, bilemiyordu işte… İçinden gelen bir ses onu içmesini söylüyordu. Eli bardakta temas ettiği anda, daha çok bardağın üzerine kazınmış yazılar belirmeye başladı. Şaşırmamıştı. Sanki böyle bir şey olacağını biliyor gibiydi. Bardağın üzerindeki parlak yazıyı okumaya başladı. “Ειδική τσαγιού Δήμητρας” (1) Gözleri yazının devamına doğru kaydı. Yunanca olan yazı, İngilizce olarak devam ediyordu. “Ne zaman uyku sararsa bedenini, iç ve uyanık tut kendini.” Aslında buna ihtiyacı olabilirdi. Uyku… Ne yapacağını bilemiyordu. Aklı durmuş gibiydi. Telaşla yanına aldığı çantasını açtı ve boş bir kap çıkardı. Tüm çayı kapa boşaltmaya başlamıştı. Ne yaptığını düşünemiyordu bile. Sadece bunun sonradan ona ihtiyacı olacağını biliyordu… Hypnos’un zihninde söylediği talimatları sırayla uygulamalıydı şimdi. Aslında sadece söyledikleri sadece üç kelimeydi. “Uyu ve görevine başla!” Yatağa doğru yürümeye başladı. Hayır, korkmayacaktı. Daha önce, sadece bir kez astral seyahat deneyimi olmuştu. Çok daha önce… Bununda iyi sonuçlanmayacağını neredeyse biliyor gibiydi. Sırt çantasını omzuna astı ve üstüne tuhaf semboller örülmüş yatağa uzandı. Uyku, bedenini sarmaya başlamıştı. Kendini olmadığı kadar huzurlu hissediyordu. Yüzünde ki tebessüm ile bilincini tamamen kaybetti…
˜
“Ah…” Gözlerini araladı. Oldukça sert bir tabanın üzerine yatıyordu. Bunlara rağmen yine de huzurluydu ve kalkmak istemiyor gibiydi. Güneşin rahatsız eden parıltısı bile onu kaldıracak durumda değildi. Sonsuza kadar uyuma istediği böyle bir şey olsa gerekti. Neredeydi? Yüzüne yayılan küçük tebessüm, neler olduğunu hatırlayınca silinmişti hemen. Doğruldu; hatırladıklarının her ne kadar doğru olmadığını dilese de bulunduğu yer bunları değiştiriyordu. Uyuduğu odayı ve Hypnos’u hayal meyal hatırlıyor gibiydi. Sırt çantası ve bıçağı dışında hiçbir şeyinin olmasına rağmen kendini oldukça güvende hissediyordu. Sanki burası onun kendi sanal dünyasıydı. Bu düşündükleri bile ona aşina geliyordu. Bulunduğu sonsuz (!) çayırlık bile fazlasıyla aşinaydı ona göre. Peki ya nereden hatırlıyordu bunları? Doğrusunu sorarsanız, hafızasını pek zorlamayacaktı. En sonunda elinde bir cismin olduğunu hissetti. Her tarafında çizikler olan, bu eski kâğıt, aklında ki soruların anahtarı olacaktı belki de. "Merhaba melez! Artık düşsel macerana başladığına göre, yapman gereken görevi öğrenmenin de vakti geldi. Senden istediğimiz şey, Hayat Ağacı'nı bulup meyvelerinden birini alman ve sonrasında uyanman. Uyanmak için yapmak gereken tek şey, bu dünyada uyumak. Eh, eğer görevini tamamlayamadan uyursan bu, gerçek hayatta uyandığında kendini diskalifiye olmuş olarak bulman anlamına geliyor.” Hayat ağacı… Neden bu isim ona bu kadar aşina geliyordu ki? Nedenini bilemiyordu ama daha önceden bu dünyada var olmuş gibiydi. Gökyüzü… Gölgede kalan bu bütün ağaçlar… Aşinaydı onun için. Üstünde fazla durmamaya karar vermişti en sonunda. Yapması gereken bir görev vardı. Ondan istenen, sadece bu görevi tamamlamaktı. Onun nerede olduğunu sorgulamaya hakkı bile yoktu. Her ne kadar bunlar doğruda olsa sinirlenmiyor da değildi. Derin bir nefes alarak notun, devamına göz gezdirdi. " Hypnos'tan bir ek bilgi; Uyumak, düş görmek, düşlerden faydalanmak veya düş seyahatine çıkmak, birbirinden farklıdır. Derin bir uyku yalnızca insanı dinlendirirken, bilinçli düşler ona bilgelik kazandırır. Amaçlı uykular, hüsrana uğratmaz." Amaçlı uykular… Aslında emin değildi. On sekiz yılki bu yaşamında bazı tecrübeleri olmuştu tabii. Bunlarda genellikle, tanrılara güvenmemek hakkındaydı. Örneğin babası. Geleceği görmesine rağmen, Eduard’a ailesinin uzun ve mutlu bir hayat yaşayacağını söylemişti. Tanrılara güvenemiyordu artık. Ayrıca, kampa ilk geldiği sıralarda kamp müdürü Dionysos olduğundan da bu dersi almasında büyük bir etkisi olmuştu kendisinin (!) Tanrılara asla ve asla güvenemeyeceğinin farkındaydı. “Amaçlı uykular, hüsrana uğratmaz…” Bunlara rağmen, bu sözün aklından çıkacağını zannetmiyordu. İlk yapması gereken sakin olmaktı. Lakin içindeki o gerilim, sakin olmasını engelliyor gibiydi. (!) Hiç olmazsa ne yapması gerektiğini biliyordu. Hayat Ağacına ulaşacak ve meyvelerden birini alacaktı. Nereden bu kadar aşinaydı peki Hayat Ağacı? Yüzünde küçük bir tebessüm oluşmuştu. Sonunda buranın neden bu kadar tanıdık olduğunu anlayabilmişti. Ne yapsın? Haklı olduğunu öğrenmek, oldukça güzel bir duyguydu onun için. Rüyasında gördüğü ağaç… Evet, tanıdık olan buydu. Rüyasında ki ağaç, resmen “Hayat Ağacı” tanımına o kadar uygundu ki… Ve burasını da rüyasından hatırlıyordu! Hayat Ağacı, büyük bir ihtimalle çayırlığın sonlarında olmalıydı. Ama hala anlayamıyordu. Rüyasında oluşan o şey bir meyveyse… Aklının iyice karıştığını söylemesi gerekiyordu. “Eduard, kendine gel.” Uyarısına karşılık olarak ilerlemeye başladı. Bunları şimdi düşünmesi pek uygun olmayacaktı sanırım.
˜
Güneşin, ağaçların arasından sıyrılıp geçtiği, Eduard’ın tam üzerinde olduğu bir havada yürümek ne kadar eğlenceliydi değil mi? Yürümeye başlayalı yaklaşık yarım saat olmasına rağmen, rüyasındaki devasa ağaca bir türlü rastlayamamıştı. (!) Sadece bir ağacın meyvesini alıp uyuyacaktı. Peki ya bunlar, göründüğü kadar kolay mıydı? Aslında sanmıyordu. Onu düşündüğünden de zor şeylerin karşılaşacağını biliyordu. Rüyasını hatırlamaya çalıştı. Ağacın altındaki savaşı… Evet, ağaca ulaşmak sandığından kolay olmayacaktı. Çantası gittikçe ağırlaşıyordu. Sanki bir şey onu uyarıyor gibiydi. Bunun üstünde fazla durmayarak ilerlemeye devam etti. Bu sefer, rüyasından farklı olarak, gökyüzünde kuşlar yoktu. Güneşin olmasına rağmen, kırmızı bir havaya bürünmüştü resmen. Daha önce hiç buralardan geçmemişti. Ağaçlık bir alana çıkmıştı en sonunda. Ağaçlar, güneşin önünü kapatmıştı. Böylece ortalıkta tek bir ışık kaynağı bile yoktu. Korkunç görünüme sahip olduğunu itiraf etmeliydi sanırım. Ama korkmayacaktı; başarabilirdi. Bunu sürekli kendisine tekrarlamasaydı belki de işler daha farklı bir şekilde gidebilirdi. Herkes aynı şeyleri yaşıyordu ve bu yüzden sakin olmalıydı. Eh, yine de söylemesi kolaydı. Hiçbir zaman “popüler çocuk ” olamamıştı. Nerede olursa olsun. Okulda “sürekli ezilen, Eduard” olmasından anlayabilirdiniz. Neredeyse hiç arkadaşı yok bile denebilirdi. Eh, kampta da bu durum fazla değişmemişti. Ona değer veren kişiler yok bile denebilirdi. Umursanmamaktan bıkmasına rağmen, bu duruma fazla aldırış etmemişti. Ailesinin ölümü ile daha fazla yalnız kalmıştı. Kampta kendini yalnız hissetmesine rağmen, asla pes etmemişti. Kendini kanıtlayabilmek için tek şansıydı nasıl olsa bu yarışma… Lakin şimdi pes ederse, sonsuza kadar böyle yaşayabilirdi (!) Bir kez olsun kamp arasında değer görmek onun için her ödülden değerli olmasına karşın, ona değer verenlerde yok değildi. Belki, onlar sayesinde şuan ayakta ve hala çabalıyordu. Başarabileceğini inanıyordu; zorluklar ne olursa olsun. Durmadan çabalayacaktı. Buradaki rakiplerinin çoğu dostu olsa bile… Önündeki ağacın dikenlerden sıyrılarak ilerlemeye devam etti. Güneşin batmak üzere olduğunu görebiliyordu. Tek ışık kaynağıydı belki de güneş. Korkularıyla yüzleşmek için güzel bir zaman olsa gerek. “Eduard.” Ağaçların arasından gelen bu ses bile Eduard’ın cesaretini yıkamayacaktı. Yutkunarak, sese doğru yöneldi. Kılıcını eline almıştı. Birinci görevden farklı olarak bu sesi tanımamasına rağmen, bir kız sesi olduğunu anlayabiliyordu. Bu büyüleyici ses, Eduard’ın dikkatini fena halde dağıtmış olmalıydı ki bir mağaraya girdiğini daha anlayamamıştı… Mağara hiç ışık alamadığı için oldukça karanlıktı. Eduard’ın duyabildiği tek şey, Mağaranın tavanından, kumlarla kaplı olduğunu sanan, yere doğru bir sıvının akma sesiydi. Ama bunun haricinde bir şeylerde duymaya başlamıştı. Sanki bir hareket sesiydi. Sürtünme… Telaşlanmaya gerek yoktu. Yani, bu mağarada ondan başka birileri olabilir miydi ki? Yutkundu. Her ne kadar bir yararının olmayacağını bilse de bıçağını çekti. Bıçağın pürüzsüz ve parlak yüzeyindeki yansımalara baktı. Sanki arkasında bir şeyler hareket ediyordu. Gözlerini kıstı. Uyku bedenini sarmaya başlıyordu. Neden olduğunu anlayamasa da, o kadar uyumak istiyordu ki… “Gözlerini yum, Eduard…” Büyüleyici sesin oldukça işe yaradığını söyleyebilirdi. Gözlerini yummak… Ne harika bir fikirdi böyle! Neden bu yarışmaya katılmıştı ki? Şimdi yatağında uyuyor olabilirdi… Dengesinin bozulduğunu hissediyordu. Zihninde bir sürü kişinin yüzü beliriyordu aniden. Mana… Cornelia… Hatta annesi. Hepsi ama hepsi aynı şeyleri söylüyorlardı. “Sakın, pes etme Eduard.” İçinde yaşanan baskılara artık dayanamamasının sonucunda oluşan bir güç dalgası Eduard’ı uyarmıştı. “Hayır!” Tüm gücüyle bağırması, bıçağını sıkıca kavramasına neden olmuştu. Delicesine görünmez rakibine savurduğu darbeler, onu iyice güçsüzleştiriyordu. Sonunda bir şeye isabet ettirmeyi başarmıştı. Hiçbir şey görememesine rağmen bunun bir sarmaşık olduğunu anlayabilmişti. Sarmaşıklar, Eduard’ın etrafını dolaşmaya başladı. Sanki onlarda canlıydılar. Bu ihtimalini düşünmek bile istemiyordu. Bir kez daha esneyen Eduard, bıçağının elinden düştüğünü hissetti. Sarmaşıklar, onu mağaranın pürüzlü ve oldukça keskin görünen duvarına yapıştırdıktan sonra, iyice sarmaya ve darbeler savurmaya başladılar. Eduard’ın ilk duyduğu şey, bir yırtılma sesiydi. Yükünün iyice azaldığını fark eden Eduard, çantasının yırtıldığını geçte olsa anlamıştı. İstemese de aklında şu cümleler beliriyordu. “Ne zaman uyku sararsa bedenini, iç ve uyanık tut kendini.” Yerde olan şişeye doğru baktı. Delicesine salladığı yumruklar sonucunda, sarmaşıklardan kurtulabilmişti. Sarmaşıkların hala onu takip ettiğini hissedebiliyordu ama artık dayanamıyordu. Kendini serbest bıraktı. Uyku yavaş bir şekilde bedenini sarıyordu. Eli ise umutsuz bir şekilde şişeye doğru uzanmıştı. Bir santim daha… Eliyle şişeyi kavradığını hisseden Eduard’ın gözleri kapanmıştı. “Uyu…” Ses, tekrar onu kendinden geçirmeyi başarmasına rağmen bilinci tam olarak kapanmamıştı. Şişeyi kendine doğru götüren Eduard gözlerini zorda olsa aralayabildi. Şişenin kapağını yavaşça çevirdi. Ağzını açtı ve hepsini boşalttı. Çoğu yere dökülen çayın, göründüğü gibi çamur gibi bir tadı vardı. Tabii, daha önce hiç çamur yememesine rağmen öyle hissediyordu. Bedeninden beyaz bir ışık çıkmaya başlıyordu. Sonunda kendine gelebilen Eduard, gözlerini tam olarak açtı. Sarmaşıkların, kum dolu zeminde sürtünme sesini duyabiliyordu. Hemen ayağa kalktı ve biraz ilerideki bıçağı eline aldı. Var gücüyle sarmaşıklara doğru savurup, arkasına bakmadan koşmaya başladı. Biraz ileride olan çıkışı görebiliyordu. Arkasına bile bakmadan, kendisini delicesine dışarı attı. Sonunda güneşe kavuşabilmek oldukça güzel bir duyguydu… Güneş, batmak üzere olduğundan, gökyüzü kırmızılara bürünmüştü. Yaz sıcaklığında sararmış çimenler, etrafa çok daha farklı bir hava veriyordu. Saatlerdir yoldaydı. Bu yüzden rüyası hakkında çok düşünmüştü. O rüyayı görevden önce görmesinin bir tesadüf olamayacağını biliyordu. Fakat ona bu ipucunu kimin ve neden verdiğini de bilmiyordu. Bu yaşananlara rağmen yine de mutluydu. Görevin zor kısmını bitirmişti. Sadece o lanet olası meyveyi alacak ve görevi bitirecekti. Ama bununda düşündüğü kadar kolay olmayacağından neredeyse emindi. Rüyasındaki savaşı düşündü. Oradaki kadın… Kim olduğu hakkında en ufak fikri bile olmasa içinden bir ses onunla mücadele edeceğini söylüyordu. Hayatı boyunca, kim olduğunu sorgulamıştı. Söyledikleri yalanları dinlemiş, onlara inanmıştı. Tamam, görünüşte Hephaistos güçlü ve yakışıklı bir tanrı olarak görünmeyebilirdi. Ama o, babasından farklı olarak tüm Olimpos’a kendi gücünü gösterecekti. Tanrıların tanrısına, Hephaistos oğullarının bile iyi işler başarabileceğini kanıtlayacaktı. Gerekirse, bu uğurda her şeyi verecekti. Şimdi, yani Hayat Ağacının tam önünde dururken, aklından sadece bunlar geçiyordu. Bıçağını eline aldı. Karşısına çıkacak kim olursa olsun, ona acımayacaktı. Bunu başaracağından neredeyse emindi. Yani, kendisine yaklaşan bedeni görene kadar… Saçları sapsarı, gözleri ise masmaviydi. Yaşını ise… Her ne kadar tuhaf olsa da tahmin edemiyordu. Vücudu oldukça güzel olmasına rağmen; kusurları yok değildi. Aslında Mana’dan sonra, aksini bir şey söyleyemeyeceğini biliyordu. Gözleri ise Eduard’a kilitlenmişti. Yüzündeki o vahşice bakış, ona hiç iyi bir izlenim katmadığını söyleyebilirdi. Eli hala bıçağını kavramıştı. Kız ona doğru yaklaştı. “Eduard… Ne istediğini bilebiliyorum. Bunu sana verebilirim…” Eduard’ın sesin oldukça aşina geldiğini hissetti. Sarmaşıkların arasından gelen büyüleyici sesle aynıydı. Elindeki bıçak, yumuşak çimlerin üstüne düştü. Bakışlarını kızdan ayıramıyordu. Tuhaf bir şekilde söylediklerine inanıyordu. Kızın gözlerindeki parıltı artmaya başlamıştı…
˜
“Tanrılar Oyunun birincisini açıklıyorum. Kazanan kişi… Eduard Ryan Longrange!” Tüm nefeslerin tutulduğu o anda; kendisini hiç böyle mutlu hissetmemişti. Kheiron’un ağzından çıkan bu sözler, kesinlikle hayatını tamamen değiştirmişti. Herkes, delicesine ellerini birbirlerine vuruyor, kamp ateşi kırmızıdan mora, mordan sarıya doğru hiç durmadan renk değiştiriyordu. Eduard ise hiç konuşamıyordu. Tüm kamp, onun ismini haykırıyor ve övgüler yağdırıyordu… Belki de hayatında asla bunun gibi bir an yaşayamayacaktı. Herkes… Herkes, onun ismini haykırıyordu. Birinci… Olmuştu. Gözlerinden akan bir yaş, ne kadar mutlu olduğunu bile anlatacak değerde değildi. Cornelia… Serena… Perseus… Ve diğerleri, herkes… Onu destekliyordu. Seyircilerin sadece melezler değildi. Hayır! Tanrılarda, yüzlerce melezin arasından sıyrılıp geliyorlardı. Hephaistos’un oğluna doğru ilerliyordu. Hayatındaki en… Kolların onun belini kavradığını hissetti. Babası… Onunla gurur duyuyordu. Herkes ona inanıyordu. Bir sürü melez önünde diz çökmüştü. O… kampın en güçlü melezi rütbesini almıştı. Gözlerini kapattı. Bunlar hayal gibiydi… Daima istediği şeyler. İnanamıyordu. Gözlerini açtı ve melezlere doğru baktı ama görebildiği tek şey, gülümseyerek ona bakan kızdı.
˜
Yüzündeki tebessüm aniden bozulmuştu. Bunların sadece hayalden ibaret olduğunu tahmin etmeliydi. Birinci falan olmamıştı. Sadece, kız hayalleriyle oynamıştı. Ona güvenemeyeceğini bilmeliydi. “Benimle gelirsen, neler olacağını gördün az önce.” Yüzündeki tehlikeli gülümse, daha çok yayılmıştı. Bunlar gerçek olabilir miydi? Yüzüne tekrardan küçük bir tebessüm geldi. Kızın dediği her kelimeye inanıyordu. Onunla gitmeliydi belki de. Her şey böyle olabilirdi! Uzaklaşmakta olan kıza doğru emin adımlarla yürümeye başladı. Birkaç adım sonra önündeki kız durdu. Hemen önündeki ağacı işaret etti bembeyaz görünen eli. Eduard kızın ne anlatmak istediğini anlayabiliyordu. Ağacın içine girebilirse, bunlara sahip olacaktı! Hem de sonsuza kadar! Tüm kamp onu tanıyacak, herkes hatta tanrılar bile ona saygı duyacaktı… “Οχι!” (2) Kaşlarını çatmıştı. Kızın yüzündeki gülümseme ise sönmüştü. Eduard birkaç adım geri çekildi. Kız bakışlarıyla Eduard’ı tehdit ediyordu resmen. “Sen ne demek istiyorsun, Hephaistos oğlu?” Eduard kendinden emin bir şekilde bir adım daha geriledi. Yutkundu ve bıçağını çekti. Kız, öfkeyle Eduard’a doğru yaklaştı. “ Buradan geçersem, bunlara sahip olamayacağım, κόρη του βασιλιά της Κολχίδας Μήδεια!” (3) Bedeninin kast katı kesildiğini hissediyordu. Sanki bedeninin tüm yönetimi Medea’daydı. Medea’nın ona acırmış gibi bakan yüzüne dikti gözünü. Aslında bu sonucu düşünmek için uzun zamanı olmuştu. Rüyasında gördüğü kızın Medea olduğunu anlayamaması normaldi. Fakat yüz yüze karşılaşınca ve kızın bir büyücü olduğunu öğrenince tam olarak anlamıştı. Buna rağmen büyüsüne kapılmış ve onun iyi biri olduğuna inanmıştı. Hakkında anlatılanları, kardeşini öldüren bir psikopat olduğunu yalanlamıştı ama artık ne kadar dayanabileceğini bilemiyordu. Etkisinden kurtulmak için büyük bir çaba harcaması da onu bu duruma getirmişti. Eh, pek sevdiğini de söyleyemezdi. Medea’nın elini savurmasıyla birlikte ayaklarının yerden kesildiğini hissetti. “Seni zavallı çocuk… Sana bir şans sunmuşken bunu reddettin. Böylece zor olanı seçtin…” Eliyle bıçağını kavramasına rağmen, çok geçti. Ağaca doğru süzüldüğünü hissediyordu. Bıçağını delicesine Medea’nın üzerine doğru fırlattı. Medea’nın ani şaşkınlığından faydalanmasına rağmen, onu yok edecek kadar yaralamamıştı. Hiç olmazsa Medea ile arasındaki büyü bozulmuştu. Bedeninin mermere çarptığını hissediyordu. “Ah!” Bıçağıyla Medea’nın bir saldırısını daha püskürttü. Bir yandan da karnını tutuyordu. Her ne kadar bu savaşı kazanmaktaki şansı çok düşük olsa da asla pes etmeyecekti. Etrafında oluşmaya başlayan ateş çemberini Medea’ya doğru sürükledi. Ateş çemberi büyüdükçe Medea havaya doğru kalkıyor ve muazzam ağaca doğru süzülüyordu Eduard ise, yorgunluktan bayılacak gibiydi. Gözlerinin kapanmaya başladığını hissedebiliyordu. Ağaç Medea’yı, savurduğu çığlıkları ile içine aldı.. Bir anda yükselen mavi ışık, ağacın en son dalına kadar yükselerek çıktı. Oluşmakta olan mavi küreyi görebiliyordu. Bilinci kaybolurken, Medea’nın savurduğu çığlıkları ve meyvenin ona doğru süzülüşünü bir daha unutacağını sanmıyordu… Gözlerini tekrar açtığında fazlasıyla aşina bir odadaydı. “Tebrikler Hephaistos oğlu. İkinci görevi başarıyla tamamladın.”
(1) Ειδική τσαγιού Δήμητρας = Demeter’in özel çayı.
(2) Οχι = Hayır.
(3) κόρη του βασιλιά της Κολχίδας Μήδεια = Kolhis Kralının kızı Medea.