Etrafıma şaşkın şaşkın bakıyordum. Küçük Tanrılar Mahallesi inanılmaz güzeldi. Beni gören tanrı ve tanrıçalar ya el sallıyor, ya da ‘Hoş geldin!’ diyorlardı. Onların her birine selam verip kendi evime geçtim. Tam hayallerimdeki gibiydi. Bir ev ancak bu kadar kusursuz olabilirdi. Girişte muhteşem safir, topaz ve ametistlerle süslü bir avize vardı. Koltuklar açık mordu. Odama gelince… Orayı anlatmak imkânsızdı. Yatağımın üzerinde cibinliğe benzer bir şey vardı ve yerlere kadar uzanıyordu. Camdan dışarı baktım. Manzara olağanüstüydü. Olimpos Dağının neredeyse her tarafını görebiliyordum. Her gün Hades’in sarayına gitmem gerekecekti. Ben Hayat Tanrıçası idim. Yani bu demek oluyordu ki ölümlülere ruh verebilirdim ancak aynı zamanda ruhu alıp Hades’e teslim eden kişi de bendim. Hayat vermek ne kadar olağan üstü ise ruh almak o kadar felaketti.
Zamanla alışacaktım bunlara da. Şu anda tek ihtiyacım olan ise dostluk kurmaktı. Pek çok melez ile zaten anlaşıyorum ama küçük tanrılar ile de anlaşmaya çabalıyorum. Fazla sessiz biri olduğumdan ve utangaç olduğumdan bu biraz zor oluyor tabii. Eşyalarımı evime yerleştirdim. Yerleştirir yerleştirmez Hades beni yer altı sarayına çağırdı. Evet, işim başlamıştı. Evime son kez bir göz gezdirdim. Işıkları kapattım. Kapıyı çekerek evimden ayrıldım. Ölülerin Tanrısı beni bekliyordu.
...