Kampa geleli çok olmamıştı ve hala çevreyi keşfetmeye çalışıyordum. O kadar büyük bir yerdi ki hala kaybolma korkusuyla dolaşıyordum. Bugün ahırlara gitmeye karar vermiştim. Ahirlarda pegasusların olduğunu duymuştum ve daha önce onları hiç görmediğim için merak ediyordum.
Ahırın kapısının önünde kısa bir an duraksadım. Sonra heyecanlı bir şekilde içeri girdim. İlk tepkim hemen çevreme bakınmak oldu. Sonra gözlerim şaşkınlık ve hayranlıkla açıldı. Bildiğimiz atlara benziyorlardı ama kuş gibi kanatları vardı. Şimdi pegasuslar da bana bakıyorlardı. Belki birini sahiplenebilirim diye düşündüm ve araladında dolaşmaya başladım. Dikkatimi köşede duran bir pegasus çekti. Bembeyazdı, ama kanatlarının ucu hafif bir şekilde kırmızıydı, gözleri mavi renkliydi. O kadar hareketliydi ki yerinde duramıyor gibiydi. Gülümsedim ve pegasusun yanına gittim. Ben yanına gelince bir an sakinleşir gibi oldu ama sonra tekrar hareket etmeye başladı. "Hey, biraz sakin ol, neden bu kadar hareketlendin sen?" pegasus sanki beni anlıyormuş gibi -ya da yanına sonunda biri geldiği için- onun ulaşamayacağı yerde duran kesme şekerleri gösterdi. "Demek açsın" dedim ve kesme şekerlerden biraz alıp pegasusa getirdim. O yerken onu okşayıp güzel sözler mırıldandım. Yemeğini bitirdiğinde gülümsedim "Seni sahiplensem hoşuna gider miydi?" diye sordum. Bu sırada onu hala okşuyordum. Onaylarcasına kişnedi. "Hmm, o zaman senin adın Spring Rose olsun, annem Bahar ve Ölüler Tanrıçası, bu yüzden isminin içinde bahar var, Rose koymamın sebebiyse kanatlarının ucundaki kırmızılık" dedim. Ardından ona biraz daha şeker verip "Ben daha sonra yine gelirim olur mu? Şimdi gitmem gerek" dedim ve ahırdan çıktım.