Artemis’in arabasının içinde bir kuş misali sessizce havada süzülürken suratını usulca yalayan rüzgar, sanki zihnini de boşaltarak bütün düşüncelerinin üzerine saydam bir perde çekiyordu. Önündeki görevle ilgili aklında olumlu, olumsuz hiçbir duygu yoktu genç adamın. Sadece yazgısını kabullenmiş insanlarda olduğu gibi bir teslim oluş duygusu vardı, ki bu histen nefret ederdi. Kayıtsız bir tavırla altlarında akıp giden yeşil deryaya baktı. Hava günlük güneşlik olduğu için, sırtındaki tişört bile fazla gelmeye başlamıştı neredeyse. Sol kolundaki deri bilekliğe götürdü elini ve sanki ondan güç almak istiyormuş gibi bir iki dakika sıkı sıkı tuttu. Sadece bir tane silah almalarına izin verdiklerinde çok fazla tereddüt etmeden oldukça rahat kullanabildiği kılıcını seçmişti. Karşılarına çıkacak şeyler ne olursa olsun; sadece kamasının yeterli olacağını düşünmüyordu. Onlara verilen sırt çantasının içindekileri düşününce kısa bir anlığına tereddüt etmekten kendini alıkoyamadı; ormanda kaç saat geçireceğini merak etmeye başlamıştı. Ormana daha önce sadece iki kere gittiği için kendinden tam olarak ne beklediğini bilmiyordu ve incelediği kadarıyla haritadan da fazla bir şey çıkarabildiği söylenemezdi. O aklında belirli bir düzen oturtmaya çalışırken arabanın yavaşlamaya başladığını hissetti ve kenardan aşağıya bakınca, zemine yaklaştıklarını gördü. Ah, demek ki yarışmacılardan biri daha inmek zorundaydı. Araba havada süzülür durumda beklerken sıranın kimde olduğunu görmek için etrafına bakındı. Sonra tam önünde, arabanın yüzeyinde, tam da onun geçebileceği büyüklükte bir boşluk açıldığını fark etti. Sıra ondaydı demek. Hızla derin bir nefes aldı, bir saniye kadar tuttuktan sonra bıraktı ve öne çıkarak arabadan aşağıya atladı ve bir eli yerde, dizleri hafif bükük bir şekilde yere kondu.Neredeyse anında hafif ama soğuk bir rüzgar esmeye başlamıştı. Arabanın içindeyken hissettiği sıcaklıkla o kadar büyük bir tezat oluşturuyordu ki ürpermekten kendini alamadı. Aelous’un gücü etkisini göstermeye başlamıştı anlaşılan. Vahşi hayvanlara dikkat ederek etrafına bakındıktan sonra çantasından haritayı çıkardı. Kamptan yola çıktıklarında yaptığı hesapta yanılmıyorsa, ki güneşin hareketlerini takip ettiği için yanılmadığından emindi, batı yönünde bir süre ilerledikten sonra kahraman adaylarını bırakmaya başlamışlardı. Haritanın üzerindeki işaretlemelere bakınca, çıkılabilecek noktalardan birinin, ormana giriş yaptıkları yere göre kaba hesap güney batıda kaldığını tahmin ediyordu. Kaşlarını çatarak biraz yürüdü ve bir ağaca elini dayayarak yere çömeldi. Evet, yanlış görmemişti. Ağacın ona bakan tarafında yosun oluşmuştu. Tekrar ayağa kalktığında ağacın diğer tarafına geçip yola oradan devam etti.
Bir süre, hava koşullarını saymazsa, kolay bir yolculuk geçirmişti. Hava ise git gide soğuyordu, başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, sabahki uçuk mavi, insanın içini aydınlatan rengi değil de; buz beyazı, kar yağdığı zamanlardaki rengi gördü. Sığınacak bir yer bulması gerekiyordu. Bunu düşündüğü anda, önündeki ağaçların oluşturduğu bir açıklıktan tam da ihtiyacı olan şeyi gördü; çok geniş bir ağzı olmayan, korunaklı gibi görünen küçük bir mağara. Burada oyalanmanın ne kadar mantıklı olacağını bilmiyordu, zaman kavramının kahramanları seçmede ne kadar etkisinin olacağından da emin değildi; ama içgüdüleri ona önceliğinin buraya gitmek olduğunu söylüyordu. Bu yüzden yeni bir hevesle öne atıldı. Ama hızla üzerine gelen bir yaratık, duraksayarak bir adım geri atmasına neden olmuştu.
Önünde tehditkar bir edayla dikilen hayvana bakarken şaşkınlığına engel olamadı. Bu bir erkek geyikti. Bunun Artemis’in ‘sadık hayvanlarından’ biri olduğunu düşündü, ama onun bakirelik takıntısını bildiği için (avcılar sağ olsun), bu geyiğin erkek olması ona ironik gelmişti. Ancak hayvanın kocaman, görkemli boynuzlarına bakınca durumun komik yönünü daha fazla kafasına takmaması gerektiğine karar verdi. Geyik, sanki önlerinde, tam ortada görünmez bir sınır varmış gibi ne kendisi öne ilerliyor, ne de kahramanın geçmesine izin veriyordu. ‘Ne yani, burası uğramam gereken mekanlardan biri mi?’ diye düşündü genç adam kendi kendine, ama bu kadar kolay olması, hoşnutsuzlukla dudaklarını büzüştürmesine neden olmuştu. Bütün etap bu kadar kolay olacaksa, tanrılar melezlerle dalga geçiyor olmalıydı. Sol bileğini sıkınca kısa kılıcı belirdi. ‘Pekala, beni yolumdan çevirmek için bir geyikten fazlası gerekecek.’ Hayvan, sanki gerçekten bir şey yapabileceğine inanıyormuş gibi toynağıyla yeri eşeledi ve başını salladı. ‘Artemis’in gözleriyle görür, Artemis’in kulaklarıyla duyar.’ diye mırıldandı genç adam ve hiçbir uyarı vermeksizin öne atıldı. Geyik de boynuzlarını eğerek ileri atıldı.Bir geyiğe saldırmak biraz gülünç geliyordu ona, pekala da dönüp başka bir yoldan gidebilirdi. Ama bu bölgeyle ilgili içinde tuhaf bir his oluşmuştu ve bunu açıklığa kavuşturmak istiyordu. Geyikle aralarında üç adım kadar bir mesafe kaldığında yana kaçtı ve kılcını savurdu. Keskin bıçak, hayvanın böğründe fazla derin olmayan bir kesik açmıştı, ama geyik yine de acıyla böğürerek hızla ona döndü. Boynuzlarından kaçmak için bedenini yere yapıştırması gerekmişti. Toynaklar kendisine yaklaştığında içgüdüsel bir hareketle, sadece hayvanı engellemek için, kılıcını yukarıya savurdu. Üstüne bir anda koyu kırmızı kan boşalmaya başlayınca yüzünü buruşturdu. Harika, tek istediği şey görevin ilk dakikalarında üstünü başını kirletmekti zaten. Hayvan yere çökerken kılıcı dikkatle çekti ve hemen geyiğin altından çekildi. Bileğinin bir başka hareketiyle kılıç tekrar bilekliğe dönüştü. Ölü geyiğe bir süre ifadesiz bir yüzle baktıktan sonra bir karara vardı. Karnı da acıkmıştı zaten. ‘Artemis bu kadarını da hoş karşılar herhalde,’ diye düşündükten sonra işe koyuldu. On beş dakika içinde küçük parçalara böldüğü geyik, topladığı çalılarla girişinde ateş yaktığı mağaraya taşınmıştı bile. Eti bir dal parçasına takıp ateşe sarkıtmadan önce bir an düşündü, sonra da yemeyeceği kadarının hepsini ateşe attı. ‘Tanrıça Artemis, bana sunduğunuz lütuf için şükranlarımı bildirmeyi bir borç sayıyorum.’ Tabii Artemis’in bunu bilerek yapmadığının farkındaydı, ama yine de yapma gereğini duymuştu. İçten içe, bunun rüşvet olarak düşünülmemesi için dua etti.
Mağaradan çıkmaya karar verdiğinde sağanak yağmur başlamıştı. Bu yüzden geyiğin derisini sırtına geçirdi ve sırt çantasını da omuzladıktan sonra mağaradan çıktı. Ateş bir süreliğine vahşi hayvanları ondan uzak tutmuştu, ama şimdi böyle bir seçeneği olmadığı için yeni bir çözüm bulması gerekiyordu. Sonuçta geyiğin kokusu başka – ve daha tehlikeli – hayvanları da oraya çekebilirdi. Bu yüzden hileye başvurmaya karar verdi. Gözlerini kapattı ve gücünü kullanmak istediği zamanlarda hep içinde beliren o hisse odaklanmaya çalıştı. Zihnini boşaltıp kendini serbest bırakınca, bir sis gibi usulca ama çabucak yayılan hissin onu tamamen ele geçirmesine izin verdi. Gözlerini tekrar açtığında önünde, toprağın içinde parıldayan bir şey gördü ve kaşlarını çattı. Eğilip parlak nesneyi eline aldı. Küçük, altın renginde bir taştı bu. Avcuna aldığında üzerinde silik yazılar belirdi. ‘Yanlış yoldasın, kahraman. Rüzgarın çığlığını takip et.’ Daha bunun arkasındaki anlamı çözemeden yazılar tekrar silinmişti. Bir süre şaşkınlıkla olduğu yerde kalakaldı. Yanlış yolda mıydı? Her şeyi buna göre hesaplamıştı oysa ki… Yoksa bu onun sonuca ulaşmasını engellemek için kurulan bir tuzak mıydı? Rüzgarın çığlığını takip et. Kulağa pek hoş gelmiyordu doğruyu söylemek gerekirse. Ama o sırada arkasında, yerden ve yakınlardan gelen bir hırıltıyı duyunca, nereye gidecekse gitsin, bir an önce oradan gitmesi gerektiğine karar verdi. Başını kaldırıp yanındaki söğüt ağacına doğru baktı. Bu sefer yukardan gitmesi belki de daha iyi olurdu. Tam çalıların arasından bir kaplan fırladığında, o da ağaca tırmanmaya başlamıştı.
Ağaçların üstünden yol almaya çalışmak pek de kolay bir iş değildi tabii ki. Orman sık ağaçlardan oluşmasına rağmen birkaç kere yere çakılma tehlikesi atlatmıştı. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra, ne yönde gittiğine de dikkat edememeye başlamıştı. Bu biraz paniklemesine yol açtı. Ormandan çıkış yolunu hiç bulamazsa ne olacaktı peki? Ya da gerçekten de belirlenmiş bir zaman varsa ve bunu çoktan aşmışsa? Sağanak yağmurla birlikte şiddetini artıran rüzgar onu savurduğunda, üzerinden kaydığı dala parmak uçlarıyla tutunmak zorunda kaldı düşmemek için. İşte o anda, taşın üzerindeki mesajda yazıldığı gibi tuhaf bir çığlık duydu. Herhangi bir insanın, hatta vahşi bir hayvanın çıkarabileceği bir sese bile hiç benzemiyordu. Sanki elementlerin kendisi ona yol göstermeye çalışıyor gibiydi. Biraz kendini toparlamaya çalışırken altında, biraz önde kalın bir dal gördü ve kendi iyiliği açısından oraya atlamaya karar verdi. Ayakları ıslak dalda biraz kaymıştı, ama son anda tekrar dengesini bulmayı başardı ve yoluna devam etti.
Ne kadar daha o şekilde yol aldığından emin değildi. Yarım saat? Bir saat belki? Ya da daha fazla? En sonunda oldukça garip bir şey görene kadar durmamıştı bile. Karşısındaki ağacın dallarında, kocaman pörtlek gözlerini ona dikmiş, rengarenk bir papağan duruyordu. Bu mevsimde, hele de New York gibi bir yerde tropik bir hayvanın ne işi olabilirdi ki? Tek bir açıklaması olabilirdi bunun. Ağaca geçip papağana yaklaştığında hayvan tehditkar bir havayla gagasını tıkırdattı ve başını öne doğru uzattı. Yanına gereğinden fazla yaklaşılırsa saldırabilecek gibi bir havası vardı. Bunun üzerine mesafesini koruyan genç adam, papağanın etrafından dolaşmak istedi, ama ağacın sadece üst tarafında dallar vardı ve hiçbiri ağırlığını taşıyabilecek kadar güçlü değildi. Papağan kanatlarını açıp kapattı ve kafasını bir kere daha öne uzattı. Bu sefer kendisine bakmadığını fark eden kahraman onun bakışlarını takip ettiğinde, dalda asılı şekilde dururken duyduğu çığlığa benzer sesi çıkaranın ne olduğunu gördü ve ağzı açık kaldı.
Sadece efsanesini duyduğu, daha önce hiç bir tanesiyle karşılaşmadığı bir varlık vardı karşısında. Adını hatırlayamıyordu şu anda, ama saf havadan ve fırtına bulutlarından meydana gelmiş büyük bir ejderhayı anımsatıyordu. ‘Bununla mı savaşmam gerekiyor? Nasıl bir test bu?’ diye düşündü panik içinde. Fiziki bir bedeni olmayan bir şeye, üstelik havayı kaplayan bir şeye karşı nasıl savaşabilirdi ki? Bir kez daha, sanki sorularının cevabı ondaymış gibi papağana baktı, ama kuş inatla aynı yönü gösteriyordu ve bir nedenden dolayı genç adam, papağanın ona çıkışı gösterdiğine inanmaya başlamıştı. ‘Lanet olsun.’ Yere inmeye karar verdi ve bu işin delilik olduğunu, bundan büyük ihtimalle kurtulamayacağını düşündüğü halde, planını uygulamaya koyuldu.
Yere indiğinde ejderhaya benzeyen yaratık ona ters ters baktı. Bütün cesaretini toparlamaya çalışarak, ‘Buraya kadar geldim. Geri dönemem.’ diye bağırdı yaratığa doğru. Yaratık ona, aklından şüphesi varmış gibi baktı. Belki de o raddeye gelmişti gerçekten, bilmiyordu. ‘Hadi, neden bana neler yapabileceğini göstermiyorsun?’ Kılıcını kaldırdı ve en iyisini ummaya başladı. Neden bilmiyordu, ama planı işe yaramıştı. Yaratık bulutlardan oluşan kanadını çırparak havalandı ve üzerine doğru pike yaptı. Son dakikaya kadar bekleyen genç adam, onun bedeninin altından geçerek yerde kaydı ve yaratığın biraz önce arasında durduğu ağaçlardan dışarıya fırladı. Arkasında tekrar bir çığlık duydu, ama rüzgar yaratığı ona tekrar saldırmadı. Nefes nefese ayağa kalktığında ise, onu ummadığı bir manzara bekliyordu. Ormandan çıkmıştı, kano gölü önünde uzanıyordu. ‘Etap bitti.’ dedi şaşkınlıkla, buna inanamıyor gibiydi. Sonra da kılıcını etkisiz hale getirerek olduğu yere çöküverdi. ‘Birinci etap bitti.’ Bunu üzerinden atması için biraz zaman geçmesi gerekecekti.