Hera'nın manevi çocuklarının kaldığı kulübede oturmaktan sıkılmış ve biraz da temiz hava almak için melez kampında dolaşmaya başlamıştım. Güzel bir yerdi. Şu aralar elime kılıç falan almasam iyi olur bilekliğimin içinde gizli okumla idare etmeliyim. Tanımadığım birinin ''kutsal'' kılıcıyla doğranmak istemiyorum. Kısa bir süre çilek tarlalarında dolanıyorum gerçekten güzel bir yer. Ancak çileklere elimi dahi sürmüyorum. Ne olur ne olmaz... Şimdi o da kutsal çıkar başıma dert açmasam iyi olur... Çilek tarlalarında kısa bir gezintinin ardından Pegasusların bulunduğu ahıra giriyorum. İçeride bir sürü güzel pegasus var. Yani kanatlı atlar mitoloji kitaplarında okuduğum kadarıyla onları denizlerin tanrısı olan Poseidon yaratmış. Bir kaç tanesinin başını okşuyorum. Sanki onlara zarar vermeyeceğimi biliyorlar. Hatta bazıları kafalarını uzatıyor ellerime doğru usulca. Ancak bir tanesi var ki...İlgimi çekmeyi başarıyor...
Gözleri kıpkırmızı...Benimkiler gibi bakışları delip geçiyor sanki naçizhane bedenimi. Yelelerinin uçlarıda kırmızı. Çok güzel bir yaratık bu. Yaratık dememeliyim buna bu..bu..bu bir melek olabilir sadece. Hemen yanına gidiyorum. Başını okşuyorum ellerimi pamuk kadar yumuşak olan yelelerinin arasında gezdiriyorum. Göz göze geliyoruz. Kıpkırmızı gözlerimiz kitleniyor gibi. Tuhaf bir durumda olduğumu anlamam uzun sürmüyor aslında. Uzaktan birisi görse sanki bu güzel atla aşk yaşıyorum sanacak. Çok geçmeden kendimi toparlıyorum. Atın kafasını nazikçe okşadıktan sonra anlıyorum onun benim Pegasusum olduğunu. Ancak havada yavaş yavaş kararıyor. Bugün seninle pek ilgilenemeyeceğim ufaklık. Ama söz veriyorum yarın geleceğim. Imm...Nosferatu...