Olimpos Rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Olimpos Rpg

Percy Jackson ve Olimposlular ile Olimpos Kahramanları serilerinden esinlenilerek oluşturulmuş, zirvedeki rpg forum sitesi.
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Bambaşka Macera / Direnç

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Tiffany Trully
Apollon'un Çocuğu
Apollon'un Çocuğu
Tiffany Trully


Mesaj Sayısı : 1885
Kayıt tarihi : 11/10/10

Bambaşka Macera / Direnç Empty
MesajKonu: Bambaşka Macera / Direnç   Bambaşka Macera / Direnç Icon_minitimeÇarş. Mayıs 11, 2011 7:20 am

Bugün kargalar bile uyanmadan yani sabahın erken saatlerinde kalktım çünkü aşırı derecede heyecanlıydım. Birkaç saat sonra kaç gündür beklediğim Tanrılar Oyunu başlıyordu. Bu oyuna seçilmem benim için gurur vericiydi. Aynı zamanda katılmayı çok istedim çünkü kampta neredeyse yaşamadığım macera kalmamıştı ve bu bambaşka bir macera olacaktı. Ayrıca Apollon kulübesinden bir tek ben katılıyordum. Yani Apollon kulübesini ve babamı ben temsil edecektim. Bütün yük benim omuzlarımdaydı. Diğer katılan on bir melez çok iyiydi ve hepsi sevdiğim arkadaşlarımdı. Aslında on iki kişi arasından sonuncu olmak bana koymazdı ama yine de iyi bir derece elde etmek istiyordum. Yerimde duramayıp erkenden hazırlanmaya başladım. Sadece kamp tişörtü ve pantolon giymemiz söylenmişti. Kurala uymam gerekiyordu. Bunun için turuncu renkteki kamp tişörtümü çıkardım ve üzerime giydim. Altına da beni rahatsız etmeyecek bir pantolon giydim. Görev ormanda olacağı için rahat olmam gerekiyordu. Aynanın karşısına geçtim ve saçımı uzun uzun tarayarak arkadan bağladım. Artık tamamen hazırdım. Penceremin önüne gidip dışarıya baktım. Babam daha yeni yeni kendini dünyaya gösteriyordu. Onun saçtığı ışık havada dans ederek etrafı aydınlatıyordu. Oyunun gündüz vakti yapılacak olması beni çok sevindirmişti çünkü her an babamı görebilecektim. O bana anlatılmayacak bir güç ve cesaret veriyordu. İçim içime sığmadığı için daha fazla burada durmamaya karar verdim. Hızlıca kulübemden çıktım ve kamp meydanına gittim.

Burada daha kimse yoktu. Bu canımı biraz sıkmıştı. Çabucak oyunu öğrenip başlamak istiyordum. Bir kenara oturdum ve milletin gelmesini bekledim. Kuşların cıvıltısı ve yavaş yavaş yüzüme vuran sabah güneşi beni sakin olmaya davet ediyor gibiydi. Hayatım boyunca hep doğayı yanımda hissetmiştim. Bunun nedenini bilmiyordum. Belki de doğanın kendine ait bir ahengi ve dansı olmasından kaynaklanıyordu. İnsana kendini, güzellikleri hatırlatıyordu. Kulaklarıma uğultular fısıldamaya başlamıştı. Anlaşılan kamp sabaha günaydın demeye başlamıştı. Bu sevindirici bir haberdi. Daha fazla burada bir ağaç gibi beklemek zorunda kalmayacaktım. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Kamp meydanına ilk önce Lia, Kat ve Sat geldi. Onlardan sonra da Kheiron geldi. Yüzünde duvar gibi hiçbir ifade yoktu. Bu beni sonu olmayan karanlık bir tünelde gibi hissettiriyordu. Diğer arkadaşlarımda benimle aynı şekilde düşünüyor gibiydi. On iki yarışmacıda kamp meydanına geldiğinde Kheiron oyun kimlere ait olduğunu söyledi: Artemis ve Aeolus. Bu sırada meydana oyunun sahipleri de geldi ve her birimize bir sırt çantası verildi. Çantanın içine baktığımda şok oldum. Sadece el feneri ve bir şişe su vardı. Bu benim neyime yeterdi. Kheiron favori silahımızı da alabileceğimizi söyledi. Silahım zaten kolye şeklinde boynumdaydı. Hazırlanmam gerekmiyordu. Diğer melezler hazır olunca Artemis geyikli uçan arabasıyla bizi oyuna başlamak üzere ormana götürmeye başladı. Havada uçup güneşe biraz daha yakın olmak beni rahatlatmıştı ama bu uzun sürmedi. Yolculuk bitmişti. Tek tek hepimizi yerlerimize bıraktılar.

Ormanda kendi yerime indiğimde bu oyunun hiç kolay olmadığını anladım. Zira bu orman aşırı ürkütücüydü. Babamda bana hiç yardımcı olmuyordu. Hava beni kavurmak istercesine çok sıcaktı. Ormanda yürümek insanı daha da içinden çıkılmaz bir cehennem yaşatıyordu. Sırt çantamın içinde pek bir şey olmamasına rağmen bayağı ağırdı. Büyük ihtimalle zorlanalım diye çantayı özel olarak ayarlamışlardı ve bu işe yaramıştı. Sıcakta sırtımda yükle yürüyordum ve çok dikkatli olmaya çalışıyordum. Çünkü burası yürünecek yer değildi. Her yerde beni yere düşürebilecek şeyler vardı. Taşlar, dallar, bitkiler… Ben bu işi hiç sevmemiştim. Gittikçe susamaya başlıyordum ve oyuna daha yeni başlamıştık. Çantamda bulunan sudan içemezdim. Onu idareli kullanmam gerekiyordu. Bunun için sabretmeliydim. Durdum ve haritama baktım. Harita eski püskü bir şeydi. Neredeyse yırtılacaktı. Bu haliyle define haritasına benziyordu. Haritanın üzerinde beş tane nokta vardı. Başlangıç noktası, bitiş noktası ve üç ödül noktası. Şimdi bir karar vermeliydim. Ya direkt bitiş noktasına gidecektim ya da ödül noktalarına uğrayacaktım. Oyalanmamam gerekiyordu çünkü beni almaya geldiklerinde orada olmak zorundaydım ama içimden bir ses ödül noktalarına uğra diyordu. Onları oraya boşu boşuna koymuş olamazlardı. Kesinlikle bu ödüllere ihtiyacım olacaktı. Elimin tersiyle alnımdaki teri sildim. Evet, kararımı vermiştim; ödül noktalarına uğrayacaktım. Bu riske girmeye değeceğini düşünüyordum. Hızlı olmam gerektiği için burada daha fazla beklememeye karar verdim ve haritayı bir daha gözden geçirdim. Elimle gideceğim yolu çiziyordum. Nereye gideceğimi aklıma yazdıktan sonra haritayı cebime koydum ve yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra ağaçların türleri değişmeye başladı. Bu ağaç türünün ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Ağaçlar korku filminden çıkmış gibiydi. Sanki biraz sonra canlanacaklar ve beni olmayan midelerine indireceklerdi. Bu düşünceyle irkildim ve aklımı başka şeylere yoğunlaştırmaya çalıştım. Havaya, güneşe baktım. Ağaçların arasında zor görünüyordu ama babam oradaydı. “Baba bana yardım et.” dedim. Kendimi nedense çaresiz gibi hissediyordum. Bu oyun canavarlarla savaşmaktan daha zordu. Hiç olmazsa canavarlarla savaşırken ne yapacağını biliyordum ama bu oyunda hiçbir şey bilmiyorum ve bu beni deli ediyordu.

Tekrar önüme baktım ve hızlanmaya başladım. Ancak bir süre sonra duyduğum tiz bir çığlık yüzünden yerimde çakılı kaldım. Bu çığlık Clay’ın sesine benziyordu. Artık hiçbir şey düşünemiyordum ve yerimden kıpırdayamıyordum. Şok olmuştum ve kulağımda Clay’ın çığlığı yankılanıyordu. En sonunda kendime gelmeye başladım ve kulağımı ellerimle kapattım. Sonra da var gücümle koşmaya başladım. Uzun bir süre koştuktan sonra ayağım bir şeye takıldı ve yere bir kaleci gibi uçtum. Çenem yere çok kötü çarpmıştı ve kanamaya başlamıştı. Ancak ben hiçbir şey yapmıyordum ve yere yüzüstü kapaklanmış biçimde duruyordum. Beş altı saniye sonra ellerimin yardımıyla doğruldum ve çeneme dokunup adeta bir sel gibi kanadığını gördüm. Hemen şifa gücümü kullanarak çenemin kanamasını durdurdum ve ayağa kalktım. Takılıp yere düştüğüm şeyi gördüğümde şaşırmadan edemedim. Bu bir taştı ama normal bir taş değildi. Ona baktığımda rahatlıkla milattan önceki yıllara ait olduğunu anlayabiliyordum. Bunun için kendime “Neredeyim ben?” diye sormadan edemedim. Oyalanmamam gerektiği aklıma gelince taşı falan unutup tekrar yürümeye başladım. Şimdiye kadar çok oyalanmıştım ve belki de beni almaya bitiş noktasına çoktan gelmişlerdi. Kendi kendime “Tiffany sen şuradan sağ salim çık da gerisi önemsiz.” dedim. Bu orman bana hiç yaramamıştı. Sürekli kendi kendime konuşuyordum. Uzun bir süre yürüdükten sonra yol ayrımı gibi bir şey çıkmıştı karşıma. Ağaçlar iki yönlü uzanıyordu. Ya sağ tarafa gidecektim ya da sol tarafa. Nereye gideceğimi öğrenmek için elimi cebime attım. Ancak cebimde harita yoktu. Hemen diğer ceplerimi de aramaya başladım. Hiçbirinde yoktu. Lanet olsun! Çok büyük ihtimalle düştüğümde harita da cebimden çıkmıştı. Ben şimdi ne yapacaktım? Haritasız bu ormanda hayatta yolumu bulamazdım. Mecburi haritayı alacaktım. Geldiğim yöne doğru koşmaya başladım. İçimden de sürekli lanet okuyordum. Bir sürü psikopat ağacı geçtikten sonra düştüğüm yere geldim. Hemen yeri gözlerimle taramaya başladım. Biraz bakındıktan sonra haritanın vahşi bir bitkinin arasında olduğunu fark ettim. Bendeki de şans işte, düşe düşe nereye düşmüş. Elimle bitkinin arasında haritayı aldım. Ancak haritada kan izleri vardı. Hemen elime baktım ve elimin kanadığını gördüm. Bu bitki dikenliydi. Ancak bu dikenlere diken demek için bin şahit gerek. Resmen kılıç gibiydiler. Canım çok yanmıştı. Artık ağlamak üzereydim ama kendimi tutmalıydım. Hanım evladı gibi ağlayamazdım. Zorluklar beni bekliyordu ve hepsini tek tek yenecektim. Elimi iyileştirmek için şifa gücümü kullandım. Kısa bir sürede artık hiçbir şeyim kalmamıştı.

Tekrar koşmaya başladım. Artık her yerimden terler süzülüyordu. Yol ayrımına geldiğimde daha fazla dayanamadım ve çantamı sırtımdan indirip içini açtım. Şişe suyu çıkardım ve içmeye başladım. Ne yazık ki kendime mani olamayıp bütün suyu bitirmiştim. Yapacak bir şey yoktu. Çantamı sırtıma attım ve haritayı incelemeye başladım. Sağ tarafa gitmem gerekiyordu ve haritaya göre birinci ödül noktasına az kalmıştı. Sağ tarafa doğru gitmeye başladım. Bir süre sonra ağaçlar azalmaya başladı. Sonunda tek bir ağaç kaldı. Haritaya baktım. Tam burada olması gerekiyordu ama etrafta ağaç dışında hiçbir şey yoktu. İstemeyerek ağacın yukarısına baktım. Lanet olsun! Ödül ağacın tepesindeydi. Şimdi işim gücüm yok bir de oraya mı tırmanacaktım? Oflaya oflaya tırmanmaya başladım. Çok şükür ki ağaç tırmanılmayacak türden değildi. Bir sürü üzerine basabileceğim sağlam dal vardı. Ödüle ulaşmam kısa sürdü. Ödül bir çantanın içindeydi. Çantayla beraber aşağıya indiğimde hemen ödüllerime baktım. Nektar, ambrosia, su ve peksimet. Ödüller gayet iyiydi. Buraya geldiğime pişman olmamıştım. Peksimeti görünce karnım daha çok acıkmıştım. Daha fazla dayanamayarak yemeye başladım. Ancak peksimet az olduğundan doyduğumda hiçbir şey kalmamıştı. Gerçekten çok iradesiz biriydim ve oburun tekiydim. Çok şükür ki kilo almıyordum. Oflayarak diğer ödülleri çantama doldurdum. Sonra da haritayı inceleyerek yoluma devam ettim. Şimdi sırada ikinci ödül noktası vardı. Orası gayet yakındı. Onun için oraya ulaşmam fazla vakit almamıştı. Ödül yerine geldiğimde ortada bir çanta gördüm. İçimden bu ödülü almayı zorlaştırmadıkları için Artemis’e ve Aeolus’a teşekkür ettim. Sonra çantanın yanına gittim. Ancak adımımı attığım anda kendimi ağacın dalında ayaklarımdan sarkıtılırken buldum. Lanet olsun bu bir tuzaktı. Bunu anlamam gerekiyordu. Hiç tanrılar ve tanrıçalar bize kolaylık sağlar mı? Kampta bu tuzağın dersini aldığımız için çok şükür ki bu durumdan kurtulmam hiç vaktimi almadı. Hemen ipe tırmanıp ağaca sürterek ipi kesmiştim. Tabii kesmemle dengemi kaybedip yere çakılmam bir oldu. Kendimi koca, siyah, vahşi bir kamyona çarpmış gibi hissediyordum. Zor bela kalkarak ödülüme baktım; Çakmak ve battaniye. Bu hiç hoşuma gitmemişti. Hava çok sıcaktı. Bunlar ne işime yarayacaktı ki? Bu ödüllerimi de çantama doldurdum ve üçüncü ödül noktasına doğru yürümeye başladım.

Karnım çok acıkmıştı. Aklım midemde ilerlerken biraz ötede bir geyik gördüm. Bu geyik aşırı ama aşırı derecede güzeldi. Gri rengi ve gözleri, insanı büyülüyordu. Eti de çok lezzetli görünüyordu. Kolyeme bastım ve elime yay-ok takımımı aldım. Oku tam geyiğe doğrultmuştum ki aklıma dank etti. Geyik Artemis’in kutsal hayvanıydı ve bu onun oyunuydu. Takımımı indirdim ve tekrar kolye halini aldırdım. Kendime yiyecek başka avlar bulmalıydım. Ancak burada hiç hayvan yoktu, sadece sesleri geliyordu. Yürümeye devam ettim. Belki üçüncü ödül noktasında yiyecek verirlerdi. üçüncü ödül noktasına geldiğimde keşke başka şey dileseymişim dedim. Burada bir kuzu vardı. Hemen yay-ok takımı çıkardım ve kuzuyu öldürdüm. Hayvanları öldürmek pek bana göre bir şey değildi ama yapacak başka çarem yoktu. O kadar çok acıkmıştım ki bir ayı bile yiyebilirdim. Hemen birkaç odun topladım ve çakmakla odunları tutuşturdum. İkinci ödül sonunda işime yaramıştı. Ateşi yaktığımda hemen kuzuyu pişirmeye başladım. Kuzu biraz piştiğinde hava birden soğumaya ve yağmur yağmaya başlamıştı. Bu Aeolus’un işiydi. Ateş söndüğü için kuzuyu ancak bu kadar pişirebildim. Battaniyeye sarıldım ve kuzuyu yemeye koyuldum. Hava da kararmaya başlamıştı. Karnımı yeteri kadar doyurduğumda kalktım ve battaniyeye sarılarak hızlı adımlarla yürümeye başladım. Sürekli haritayı doğru yoldayım mı diye kontrol ediyordum. Bir süre sonra bitiş noktasına vardım. Kimse ortalıkta görünmüyordu. Ya çoktan gelip beni bulamamışlardı ya da daha gelmemişlerdi. Bir yere oturarak beklemeye başladım. Battaniye hâlâ sıkı sıkı sarılıyordum. Havanın nasıl birden bu kadar soğuduğuna şaşırmıştım. Uyumak üzereydim ama uyursam donarak öleceğimi çok iyi biliyordum. Üşümekten salıncak gibi sallanırken Artemis’i ve Aeolus’u gördüm. Hemen ayağa kalktım. Sonunda, oyun bitmişti!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Athena
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Athena


Mesaj Sayısı : 5210
Kayıt tarihi : 16/08/10

Bambaşka Macera / Direnç Empty
MesajKonu: Geri: Bambaşka Macera / Direnç   Bambaşka Macera / Direnç Icon_minitimePerş. Mayıs 12, 2011 5:47 am

Like a Star @ heaven Güzel ve betimlemeler açısından yeterli bir rol oyunuydu.
Like a Star @ heaven Kurguda ufak bir hata vardı, kulübelerinizden çıkarken ormana gidileceğini bilmiyor olmanız gerekirdi.
Like a Star @ heaven 'Apollon kızı' olmayı, rp'de güzel bir şekilde anlatabilmişsin. Şifa gücüne değinmen de güzel bir kurgu oluşturmuş.
Like a Star @ heaven Bir cümlede 'Mecbur' yerine 'Mecburi' demen gerekiyordu. Bir yerde 'karnım daha çok acıkmıştım' gibi bir cümle gözüme çarptı, bu tarz ufak yanlışlar vardı.
Like a Star @ heaven Genel olarak ufak tefek cümle hataları dışında iyi bir rp'ydi.

Direnç isimli oyundan aldığın puan: 93!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://olimpos.my-rpg.com
 
Bambaşka Macera / Direnç
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Bölüm 1: Direnç
» Mücadele / Direnç
» Sonuç. / Direnç.
» İlk alıştırmalar / Direnç
» Kararlılık/Direnç

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Olimpos Rpg :: Etkinlikler :: Tanrıların Oyunu :: Etap # 1-
Buraya geçin: