Olimpos Rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Olimpos Rpg

Percy Jackson ve Olimposlular ile Olimpos Kahramanları serilerinden esinlenilerek oluşturulmuş, zirvedeki rpg forum sitesi.
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 İlk alıştırmalar / Direnç

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Cornelia Fackrell
Poseidon'un Çocuğu/Pegasus Binicilik Eğitmeni
Poseidon'un Çocuğu/Pegasus Binicilik Eğitmeni
Cornelia Fackrell


Mesaj Sayısı : 871
Kayıt tarihi : 03/10/10

İlk alıştırmalar / Direnç Empty
MesajKonu: İlk alıştırmalar / Direnç   İlk alıştırmalar / Direnç Icon_minitimeÇarş. Mayıs 11, 2011 7:16 am

Kalbimin deli gibi atması, titremem ve gözlerimdeki bulanıklık git gide artıyordu. Bunları daha önce hiç hissetmemiştım. O kadar canavarla savaşmış, hatta tanrı ve tanrıçaların önüne çıkıp kendimi savunduğumda ya da bir şeyleri başardığımda bile bu kadar heyecanlanmamıştım. Ama şimdi, Olimpos'taki on iki tanrı ve tanrıçalar tarafından sınanacaktım. Bu sınanmaların nasıl olacağı hakkında hiç bir fikrim olmamasına rağmen beni zorlu bir görevin beklediğine emindim. Uzun süreli bir görevden daha yeni dönmüşken, bir de bu sınanma benim için oldukça zor olmasına karşın başaracağıma inanıyordum. En azından elimden geleni yapıp, babamı haksız çıkarmayacaktım. Kamptaki yerimi koruyarak, gücümü olabildiğince herkese gösterecektim. Ben kamp meydanında bunları düşünürken Kheiron hepimizi yani on iki melezi toplamıştı. Hepsine göz gezdirdiğimde karşımdaki rakiplerimin çoğunun dostum ya da yakın olduklarını görebiliyordum. Ama bu durumda yapacak hiçbir şeyim yoktu. Kafamdaki bu düşünceyi uzaklaştırarak etrafa sessizce bakınmaya devam ettim. O sırada Tanrıça Artemis geyikleriyle meydanda göründü. Arkasından da Tanrı Aelous. Onları görünce bende herkes gibi kısa bir şok yaşadıktan sonra tekrar kendime geldim. Demek ki Tanrı ve tanrıçalar hiçbir etapta anlayışlı davranmayacak ve bizi gerçekten de zora sokacaklardı. Ama onlara bu konuda bir şey diyemezdim, kampın en iyi on iki melezini birbirinden ayırmak ve iyi olanı seçmek için bunları yapmak zoruydaydılar. Ben kafamdaki bu düşünceler ve yorumlarım ile uğraşırken etrafta kısa bir sessizllik oldu. Ardından bu sessizliği dağıtan Kheiron, oyunu anlatmaya başladı. Oyunu anlatması bittiğinde ben de artık tam olarak kendimdeydim. Titremiyor, gözlerim bulanıklaşmıyor ve kalbim normal hızına dönüyordu. Oyunu anlatması bittiğinde tekrar kısa bir sessizlik, ardından da fısıltılar yükselmeye başlamıştı. Herkes bu oyunun zorlu olduğunu düşünüyordu, en azından benim tahminlerime göre. Bu karmaşık oyunda ormanda gerçektende çok zorluklarla karşılaşacaktık. Yine de kendime olan güvenimi kaybetmedim. Ben bu oyunu başarabilirdim. Elimize dağıttıkları haritalar ve çantaların ardından helikopter ile hepimiz alınarak ormanın farklı noktalarına bırakılmaya başladık. Herkes helikoptere bindiğinde sessizleşmiş, az sayıda aralarında konuşan melezler vardı. Arkadaşlarımı tek tek incelediğimde kimsenin gözünde korkuya benzer bir parıltı yoktu. Aksine hepimiz daha çok meraklı ve tereddütlüydük. Bu tereddüdün nedeni kampta bu yarışın ilk yapılması ve hepizdeki kazanma hırsının olmasıydı. Bu yarışı ben kendimden çok kulübemi belli etmek ve babamı hayal kırıklığına uğratmamak için önemsiyordum. Etrafa bakınmaya devam ederken "Cornelia Fackrell." denmesiyle gitme sırasının bana geldiğini anladım. Helikopter alçalırken son kez arkadaşlarıma göz attım. Hepsi bana bakıyordu. Benim gözüm en çok üvey abim yani Drake'ye takılmıştı. Benim ona baktığımı görünce cesaret vermek istercesine göz kırptı. Bende ona göz kırptıktan sonra helikopterden inerek ormanda yani her şeyin başlangıcı olan noktada durdum.

Önümde yan devrilmiş olarak duran ağacın üzerine oturarak çantamı yere bıraktım. Hafifçe etrafa göz attıktan sonra güneşin yakıcı sıcağını fark ederek iç çektim. Neden bu kadar sıcaktı ki hava? Yine de buna şükretmem gerektiğini biliyordum. En azından üzerimde turuncu kamp tişörtüm vardı ve bu da sıcağa dayanmamı sağlıyordu. Kıyafetimi ve sıcağı düşünmeyi bırakarak çantama koyduğum haritamı aldım ve haritayı incelemeye başladım. Ödül noktalarının arası çok yakın değildi ve bu benim gözümü korkutuyordu. Bitiş noktasına direk gitmek daha kolay ve çabuk bitirilebilinirmiş gibi gözüküyordu.Bize bu oyunun ne kadar süreceği hakkında bir bilgi verilmemişti ve gideceğimiz yolun seçimi bize bırakılmıştı. Bir süre oturup düşündükten sonra ödül noktalarına gitmeye karar vererek ilk yere gitmek üzere çantamı omzuma asarak ilerlemeye başladım. Çok az miktarda suyum vardı ve bunun yeteceğini sanmıyordum. Tabi bu aslında benim problemim olmazdı, ne de olsa su yaratabiliyordum ama burada özel gücümü kullanıp kullanmayacağım hakkımda bir fikrim yoktu. Bu yüzden çok kötü bir durumda kalmazsam kullanmamaya karar verdim. Ormanda ilerlerken hiç bir yerden ses çıkmıyor, hatta olması gerektiğinden daha fazla sessizmiş gibime geliyordu. Etraftaki ağaçları, bitkileri incelerken bir yandan da herhangi bir tuhaflık var mı diye bakıyordum. Şimdiye kadar henüz önüme bir tuzak ya da doğru olduğumu işaret eden hiç bir şey yoktu ve doğru yolda olup olmadığımı bende merak etmeye başlamıştım. Kendi hesaplarıma göre yaklaşık iki saattir yürüyordum ve henüz hiç karşıma bir engel çıkmamasına şaşırmıştım. Eğer yanlış yoldaysam çok vakit kaybettiğim için bile bu oyunu kaybedebilirdim. Ben bunları düşünürken tam üzerine basmak üzere olduğum zehirli sarmaşıkları son anda fark ederek geri çekildim. Bu sarmaşıkları kampa geldiğim günden beri birkaç kere gördüğüm için biliyordum ama onların burada ne aradığını merak ediyordum. Daha önceden ormanda olup olmadıkları hakkında fikrim yoktu. Yine de son anda kurtulmanın verdiği rahatlamayla onların üzerinden atlayarak geçtim ve yoluma devam etmeden önce duraksayarak bir ağacın önüne çöktüm. Çantamdaki suyun yarısını içtikten sonra, diğer yarısını da her ne kadar içmek istesem de kendime engel olarak durdum ve suyu çantama kaldırdım. Şimdi biraz olsun bile kendimdeydim. Az da olsa bu kadar su bile beni kendime getirmişti. Babama bu yüzden küçük bir teşekkür ilettim. Su gücüm sayesinde bir yudum su bile bana çok iyi geliyordu. Kısa bir dinlenmenin ardından tekrar kalkarak yola koyuldum. Zaman kaybetmek istemiyordum, zaten öyle bir lüksüm olmadığının da farkındaydım. Dengede durmaya çalışarak ayağa kalktığımda bir an başım dönmüş gibi olsa da ağaca tutunup dengemi sağlayarak yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Sıcak iyice etkisini göstermeye başlamıştı ve bu ilerleme hızımı yavaşlatıyordu. Zamanı hesap etmek amacıyla güneşe baktığımda, güneş tam tepedeydi yani saat öğlen on iki civarıydı. Adımlarım hızlanmaya başladığında terlemeye başlamıştım. Yukarıdan tutturduğum saçlarımı topladığım için kendimi tebrik ettim. Aslında amacım karşıma canavar çıkınca daha rahat saldırıp, kendimi savunabilmekti ama bu yönden de çok işime yaramıştı. Bir taşla iki kuş vurmak buydu sanırım.

Karşımda gördüğüm şeye bir an inanmak istemesem de gerçek olduğunun farkındaydım. Adımlarımı yavaşlatarak karşımdaki mağaraya baktım. Aslında bunu gördüğüme şaşırmamalıydım, ne de olsa Tanrılar tarafından sınanıyorduk ve bunun kolay olmasını bekleyemezdim değil mi? Mağaraya girip ilerlemeye başladığımda etraf iyice karanlığa bürünmüştü ve tek ışık silahımın bilekliğe dönüşmesiyle üzerinde bulunan taşlardan geliyordu. Mağarada hiç ses yokken birden tüylerimi ürperten çığlık ile mağara da yalnız olmadığımı anladım. Bana doğru acayip sesler çıkararak gelen iki dev akrebe bakıp gözlerimi kırpıştırdıktan sonra, bilekliğimi kılıca dönüştürerek bana daha yakın olan akrebe saldırıya geçtim. Akrebin beni fark etmemesi, daha doğrusu kıskaçlarını bana geçirmemesi için hızlıca hareket edip duruyordum. Kıskaçlarını aşarak ve diğer yanıma gelen akrepten kaçarak hızla önümdeki canavara kılıcımı sapladım. Son anda arkamdan gelen darbeyi fark ederek hızla kılıcımı geri çektim ve yerde yuvarlanarak akrebin kıskacından son anda kurtuldum. Ayağa kalktığımda kılıcımı sapladığım akrep acı bir çığlıkla toz bulutuna dönüşmüştü bile. Karanlıkların ardına bakarak önümdekinden başka bir akrep olup olmadığını merak ettim ama yok gibiydi. Derin bir iç çektim ve akrebi incelemeye başladım. İki metre boyunda, -şu an kabukları siyah gözüküyor- gözleri siyah olmasına rağmen kılıçtan gelen ışık ile parlıyordu. Eğer dışarıda olsaydım, akrebin kırmızı olduğuna neredeyse emindim. Bu akrepler ile daha önce labirent de bir kaç kere karşılaşmıştım ve zayıf yönlerini biliyor sayılırdım. Dev akrebin bana tıslaması ile üzerime gelen kıskaçları fark ederek geri çekildim. Ardından hızla kılıcımı geçirsem de beklemediğim bir şekilde akrep beni fark etmiş ve fırlatmıştı. Hızla duvara çarparak yere devrildim. Hala kendimdeydim, kendimde olmalıydım ve bunu benden başka başaracak kimse olmadığı için kendi işimi kendim görmeliydim. Yerde uzanırken gözlerimi araladım ve akrebin burada olmayıp, öldüğünü fark ettim. Işık hala sadece kılıcımdan gelen ışıktı. İç çektim ve ayağa kalkmayı denediğim anda ayağımın burkulduğunu ya da kırıldığını fark ederek acı ile inledim. Zaten bir bu eksikti diye düşündükten sonra benden biraz uzakta olan çantaya doğru sürünmeye başladım. Gücümü kullanacak kadar bile direncim yoktu ve suya ihtiyacım vardı. Çantamda kalan su, belki de beni bu yarışta kurtaran en iyi şey olacaktı. Bir süre yerde sürünmemin ardından sonunda çantama ulaştım. Hafifçe durduğum yerde doğrularak çantamdan suyu aldım ve içmeye başladım. Yudum yudum içiyor, içime işleyip beni iyileştirmesini sağlıyordum. Su ile başkalarını iyileştirebildiğim gibi, kendime de fayda sağlıyordum tabi. Suyum bittiğinde bileğimde düzelmişti. İlk başta kırıldı sansam da anladığım kadarıyla sadece incinmişti. Ayağa kalktığımda çantamı da alarak mağara da ilerlemeye başladım. Birinci ödülün burada olduğunu biliyordum, en azından harita burayı gösteriyordu. Kılıcımı da aldıktan sonra mağaranın sonuna kadar ilerledim. En azından şuna şükretmeliydim ki kılıcım hala elimdeydi, ışığım vardı ve mağara çok derin değildi. Mağaranın sonuna vardığımda bir süre duvara ve yerlere göz attım. Aklım hala o ödüldeydi. Tam umudumu kaybetmiş geri dönecekken kenarda küçük bir kutu görerek şaşırdım ve hızla onu alıp yere oturdum. Kutuyu açtığımda karşımda ne beklediğimi bilmiyordum ama her şey şu an işime yararmış gibime geliyordu. Kutuyu açtığımda gözlerim sevinç ile büyüdü. İçinde bulduğum peksimet, bir şişe su, nektar ve bir miktar ambrosia görünce bağırmamak için kendimi zor tuttum. Tam da şu an biraz ambrosia'ya asla hayır demezdim. Ambrosiadan biraz içtikten sonra, bir miktarını bırakarak çantama yerleştirdim. Şimdi daha iyi ve enerjiktim. Su ve nektarı da çantama yerleştirdikten sonra haritayı çıkartarak mağarada tekrar geldiğim yöne, yani çıkışa doğru ilerlemeye başladım. Ne kadar zamandır mağarada yürüdüğümün farkında değildim ama mağara tahminimden de büyüktü. Gelirken bu kadar fark etmemiştim uzunluğunu. Çıkışı gördüğüm an mutlulukla gülümsedim. Sonunda dışarı çıkabilecek ve temiz havayı içime çekebilecektim.

Mağaranın önüne geldiğimde kısa bir şok yaşayarak duraksadım. Mağaraya geldiğimde saat ortalama öğlen iki-üç gibiyken, şimdi hava kararmıştı ve orman sadece ay ile aydınlanıyordu. Havaya baktığımda öğlen o kadar güneşli olan bir havanın bu kadar bulut ile kaplanması beni şaşırtmıştı. Artık ne bekleyeceğim hakkında bir fikrim olmasa da mağara da bu kadar zaman harcadığıma hala inanamıyordum. Bu oyunu kaybetmiş bile olabilirdim. Yine de... Derin nefes alarak sakinleşmeye ve iyimser olmaya karar verdim. Boşu boşuna hiçbir yerde zaman harcamamıştım ve tanrılar da gireceğimiz yerlere uygun zaman verdiklerini düşünüyordum. Düşüncelere daldığımı hissettiğim rüzgar ile fark ettim ve hemen kendime geldim. Çantamın kolumda olup olmadığını son kez kontrol ettikten sonra ilerlemeye başladım. Artık hızlanma zamanım gelmişti. Ormanda ilerlerken neredeyse hiçbir yerden ses çıkmıyordu. Sadece hızlanan rüzgarın yarattığı sesler vardı ve bu düşündüğümden daha da korkunçtu. Ormanda ilerlerken karnımdan gelen sesin -aç olduğumu hırs ve adrenalin sayesinde daha önce fark etmemiştim- farkına vardım. Buna şaşırmıştım aslında, ben ne kadar zamandır yemek yemiyordum ki? 1 gün? Evet, evet bu sabah istesem de heyecandan bir şey yiyememiştim ama şimdi pişman olmuştum, evet. Karnımı tutarak yere çöktüm ve çantamdaki peksimetlerden bir iki tane alıp ağzıma attım. Yarısını yedikten sonra kalan bir kaç tanesini geri çantama koydum. Bu yediğim peksimet beni hiç doyurmamasına karşın, yine de idare etmek zorunda olduğumu kendime hatırlatarak çantayı kapattım. Haritayı çantamın yanından, koyduğum yerden alarak incelemeye başladım. Biraz daha yolum vardı ve ben bu yolları nasıl geçeceğimi bilemezken birden gelen ses ile yerimden sıçrayarak hemen savunma pozisyonumu aldım. Bana doğru yaklaştığını belli eden, çalı sesleri geliyor, gitgide de artıyordu. Zaten ödül noktalarının çok farklı yerde olması yetmezmiş gibi karşıma çıkan canavarlarda bir o kadar zorlayıcıydı. Hala savunma pozisyonunda beklerken görüş alanıma giren gri geyiği görünce şoka uğramıştan beter olmuştum. Artemis'in geyiklerinden birinin burada ne işi vardı ki? Elimde kılıcımla beklerken karşımda duruyordu. Ne bana doğru hareket ediyor, ne de geri gidiyordu. Sadece olduğu yerde durarak bana bakıyordu. Bunun nedenini anlayamayarak ve geyiği incelemeye koyuldum. Güzel gri tüyleri ve beklentiyle bakan gözleri... Sanki bana bir şey anlatmaya çalışıyordu. Kısacık bir an onu öldürmeyi düşünsemde bunu yapmayacaktım, en azından Tanrıça Artemis'in nefretini kazanmak istemiyordum. Geyik birden geriye doğru hareket etmeye başladığında onun peşinden gidip gitmemekte kararsız kaldım. Onu takip etmeli miydim yoksa bu da bir tuzak mıydı? Bana göre her ne kadar tuzak gibi gözükse de onu takip etmem gerektiğini hissediyordum. Kılıcım hala elimdeyken yavaş yavaş geyiğin arkasından ilerlemeye başladım. Etrafımı, ağaçları ve olabilecek herhangi bir tuzak var mı diye kontrol ediyordum. Ardından duraksayarak haritayı incelemeye başladım. Evet, ne kadar şaşırsamda ikinci ödül noktasına çok yaklaşmıştım. Gülümseyerek önüme döndüğümde geyiğin biraz ileride beni beklediği fark ettim. Bu geyiğin amacı neydi hala çözememiştim ama işime yarıyordu. Sessiz bir ilerleyişin ardından her an bir süpriz bekler olmuştum ve ağaçların arkalarını dikkatle süzüyordum. Haritaya göre ödül noktasına gelmiştim ve ödül buralarda bir yerde olmalıydı. Ama nerede? Biraz daha ilerlememin ardından sağ tarafımda akan nehri görünce sevinmeden edemedim. Su bana güç veriyordu ve onun varlığı sayesinde neler yapabileceğimi biliyordum. Mutlulukla etrafı tararken birden bir tıslama sesi ile irkilerek önce havaya ardından ağaçların arkasına ve sonunda yere bakmayı başardım. Karşımda bana doğru gelen ve muhtemelen zehirli olan bu yılan tam da başıma belaydı. Yılan beni sokmak için yaklaşırken kılıcımı ona doğrulttum. Bir yandan savunma halini alıp geri geri nehre doğru ilerlerken bir yandan da çantamın fermuarını açtım. Biliyordum ki içindeki nektar ve ambrosia'ya ihtiyacım olacaktı. Suyun kenarına geldiğim sırada yılanı inceleme fırsatı da bulmuştum. Yılan yaklaşık üç metre uzunluğunda, parlak bir deriye sahipti. Tam olarak rengini ay ışığının altında seçemesemde koyu yeşil gibi gözüküyordu. Ama şu an önemli olan rengi değil, iriliği ve zehirli olmasıydı. Yılan beni tam sokmak için hamlesini yaptığında kılıcımı kafasına geçirerek, başını bedeninden ayrıldım. Daha tam olarak ne yaptığımın bile farkında değildim. Ben bir yılanı öldürmüştüm ve beni neden bu kadar şaşırttığını anlamazken kolumdaki acıyla koluma baktım. Daha tebin yılanı öldürüp kurtulduğumu düşünürken, elimdeki zehirli örümceği fark etmemiştim. Siyah böcek elimde duruyor ve canımı yakacağını belli eder bir şekilde hareket ediyordu. Başım dönmeye başladığı sırada tek yapabildiğim kendimi nehre atmak için koşmak oldu. Tam nehre düşerken son kez geyiğin yüzünü gördüm. Yüzünde sanki anlamsız bir gülümseme ya da gözlerinde parlaklık vardı. Aslında hiç biri de olmayabilirdi çünkü yavaşça gözlerim kararmaya başladı ve en son hissettiğim şey, nehre düşüşüm oldu.

Kendime geldiğimde yerde yatıyordum. Gözlerimi bir süre açamasam da ardından kendimi zorlayarak açtım. Kolumda bir ağrı, vücudumda da ağırlık vardı. Gözlerimi aralamayı başardığımda su da yattığımı ve yağmurun yağıp fırtınanın çıktığını anlamam hiç zor olmadı. Gökyüzü bulutlarla kaplı olmasına rağmen, artık geceyi atlattığımız belliydi, etraf az da olsa aydınlanmış ve her şey belirginleşmişti. Hafifçe yattığım yerde doğrularak oturdum ve kolumu incelemeye başladım. Kızarıktı, böceğin soktuğu yer belliydi ve ben hala hayattaydım. İçimden Teşekkürler baba, beni hayatta tuttuğun için diyerek babama dua gönderdim. Evet biliyordum ki şu an hayatta olmamın yani mucizenin nedeni kendimi nehre atabilmiş olmamdı. Birden yarış aklıma geldi ve ne kadarda çok zaman kaybettiğimi fark ettim. Evet, gerçektende aferim bana yani. Başka bir görev olsa bu kadar sakatlanmazdım ama bu yarış resmen baş belasıydı. Tanrıları bu oyundaki tuzaklar için tebrik etmek gerekirdi. Bir an dengemi kaybetmiş gibi olsamda, sonunda ayakta durmayı becerebildim. Hafif bir baş dönmesinin ardından, çantama doğru ilerlemeye başladım. Ben çantama doğru ilerlerken yağmur ve rüzgar kendini daha belirgin bir şekilde belli ediyordu. Titrediğimi o an fark ederek çantamı düşürdüğüm yerden aldım ve bir ağaç kenarına doğru ilerledim. Ağacın gövdesine dayanarak yere oturup nektarı ve ambrosia'yı yedim. Yemeğim bitince sürenin azaldığını fark ederek hızla ayağa kalktım ve kutuyu aramaya başladım. Kutu yakın bir yerde olmalıydı çünkü 2. ödül kısmına gelmiştim. Hızlanan yağmur ve rüzgar sayesinde sırılsıklam bir şekilde kalmıştım ve donmak üzereydim. Tam ödülden vazgeçip 3. bölgeye gidecekken ağacın yanında duran battaniyeyi görerek çığlık attım. Hızla eşyaların yanına koşarak çakmağı çantama koyduktan sonra battaniyeye sarılarak ilerlemeye devam ettim. Yağmur kara dönüşmeye başladı ve hızını kesmek yerine daha da hızlanarak devam etti. Bir yandan titrerken, diğer yandan haritaya bakıp 3. ödül alanına doğru ilerliyordum. Artık sona yaklaşmaya başlamıştım. Yollar ne kadar ters olsa da şimdiki hızım beklediğimden de iyiydi. Ambrosia ve nektar beni eski halime getirmişti, hatta daha da enerjik olmuştum.Battaniyeyi sarmış durumda, karlara bata çıka ilerlerken arkamdan gelen kükreme sesi ile üzerimdeki battaniyeyi atıp kılıcımı çekmem bir oldu. Arkamı döndüğümde aç bir şekilde bana bakan kurdu görünce çığlığı basmamın ardından göz ucuyla onu inceledim. Kahverengi tüyleri, siyah gözleri ve iri dişleri yeterince kötü gözükmesini zaten sağlıyordu. Büyük olmasını söylemiyorum bile. Gözlerimi kısarak kurda saldırdım. Kurt benden kaçmayı becerdiği an iyice sinirlenmiştim. Bu kar yüzünden çok hızlı hareket edemiyordum ve hareketlerim kısıtlanıyordu. Yine de o kurdu öldürmeliydim. Kurdun bana saldırmasını beklerken doğru hamleyi uyguladığımı fark ettim. Kurt üzerime zıplamaya kalktığında kılıcımı ona sapladım ve öldüğüne emin olduktan kısa bir süre sonra battaniyeyi tekrar üzerime sararak ilerlemeye devam ettim. Uzun bir yürüyüşün ardındankarın diz boyumu geçtiğini görerek sıkıntı ile iç çektim. Rüzgar ve kar hızlanırken birden "Hayırr!" diye acı bir ses yankılandı. Bu sesi duyduğum anda olduğum yerde donup kaldım. Bu ses... Evet, düşündüğüm gibi abim Drake'nin sesiydi. Acaba o iyi miydi? Ona bir şey olmaması için dua ederken gözlerimden akan yaşları rüzgar sayesinde fark ederek elimin tersiyle sildim. İçimden bağırıp çağırmak, hüngür hüngür ağlamak gelse de kendime engel olup adımlarımı hızlandırdım. Bu sesin gerçek olup olmadığına emin bile olamazken boşuna zaman harcayamazdım. Bir an önce bu ormandan kurtulup abimi görmeliydim. Kısa bir süre ilerledikten sonra sonunda ağaçta asılı duran tahtayı ve yerdeki sıvıyı fark ettim. Tahtayı tutan ipi kılıcım ile kestikten hemen sonra tahtayı yere koyarak, sıvıyı incelemeye başladım. Yağa benziyordu ama bunun amacının ne olduğunu anlamamıştım. Ardından bir süre tahtayı ve yağı inceledikten sonra ağaca dayanmış olarak bırakılan iki ucu köreltilmiş ince çubukları fark etti. Aklına delice bir fikir geliyor ama bunun olup olmayacağından emin olamıyordu. Sonunda denemeye karar vererek tahtanın pürüzsüz bir yüzeyine azcık sağ sürerek o kısmını yere çevirdim. Yere koyup üzerine bindim ve kayak yapar gibi ilerlemeye başladım. İlk başlarda dengemi sağlayamasam da sonunda becererek düzgünce sürmeye başladım. Zamanım giderek azalsa da bu tahta beklediğimden çok daha hızlı gidiyor ve benim hızımı iki katına çıkarıyordu. Bundan mutlu olmuş bir şekilde gülümserken, esen rüzgarla titredim ve battaniyeyi dengemi bozmasın diye orada bıraktığıma pişman oldum. Belki dengemi bozsa da, şimdi ısınıyor olabilecektim. Ben bunları düşünürken birden arkamdan gelen ses ile tekrar irkildim ama bu sefer çığlık atmamıştım. Nedense bugünlerde çok ses geliyordu arkamdan. Başımı arkama çevirdiğimde beni takip eden aslanı fark edince gözlerim büyüdü. Evet, zaten bu zamana kadar bir tek aslan takip etmemişti ve şimdi o da peşimdeydi ne hoş değil mi? Önümde ayağımın ucunda duran haritaya baktığımda bitiş noktasına çok az kaldığını ve aslanı öldürmem gerektiğini biliyordum. Ama durmam benim zararıma olurdu. Kocaman olan turuncu renkli ve uzun tüylü aslanın düşlerini görünce bir an titredim. Bu kadar gelmişken ona yenilemezdim ve bunun için aklımdan geçen ilk saldırıyı yaptım, elimdeki çubuklarla hızımı yavaşlattım, sağ elimdeki sopayı kısa süreliğine sola alarak tek el ile kullanmaya başladım. Sağ elimi kullanarak aslanı hedef aldım ve aslan bana yaklaştığı anda kılıcımı ok gibi ona savurdum. Elimdeki sopayı tekrar düzeltip hızla ilerlerken canavarı öldürdüğümü ölmeden attığı ciyaklama ile anlayarak gülümsedim ve hızla bitiş çizgisine doğru ilerledim.

Sonunda bitiş çizgisine vardığımda derin bir iç çektim ve çantamı kontrol ettim. Cebim olmadığı için kılıcım bir süre sonra çantama geri dönmüştü ve bu da benim sevinmemi sağlamıştı. Tabi en büyük sevincim sonunda bu oyunu kazanmamdı. Bir yandan yere oturup ısınmaya çalışırken, diğer yandan da beni gelip alacak kişinin kim olduğunu merak ederek onu beklemeye başladım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Athena
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Athena


Mesaj Sayısı : 5210
Kayıt tarihi : 16/08/10

İlk alıştırmalar / Direnç Empty
MesajKonu: Geri: İlk alıştırmalar / Direnç   İlk alıştırmalar / Direnç Icon_minitimePerş. Mayıs 12, 2011 5:42 am

Like a Star @ heaven Kurgusal açıdan başarılı bir rol oyunuydu.
Like a Star @ heaven Rp'nin geneli kahraman anlatıcıyken iki cümle ilahi bakışla yazılmış.
Like a Star @ heaven Geyik kurgusu güzeldi.
Like a Star @ heaven Hatalı cümlelere çok fazla rastladım, kelime hataları da azımsanamayacak kadar var.
Like a Star @ heaven 'Tabi, abim, hiç bir' göze ilk çarpan hatalardan.
Like a Star @ heaven Bir yerde kalp değil, kalp atışı, bir yerde ilk yapılması değil, ilk kez yapılması kullanılmalıydı, bu tarz eksiklikler mevcuttu.

Direnç isimli oyundan aldığın puan: 90!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://olimpos.my-rpg.com
 
İlk alıştırmalar / Direnç
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Kararlılık/Direnç
» Bölüm 1: Direnç
» Mücadele / Direnç
» Sonuç. / Direnç.
» Siyah ve Beyaz / Direnç

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Olimpos Rpg :: Etkinlikler :: Tanrıların Oyunu :: Etap # 1-
Buraya geçin: