Olimpos Rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Olimpos Rpg

Percy Jackson ve Olimposlular ile Olimpos Kahramanları serilerinden esinlenilerek oluşturulmuş, zirvedeki rpg forum sitesi.
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Asla Pes Etme! / Direnç

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Eduard Ryan Longrange
Hephaistos'un Çocuğu/Mitoloji Tarihi Eğitmeni
Hephaistos'un Çocuğu/Mitoloji Tarihi Eğitmeni
Eduard Ryan Longrange


Mesaj Sayısı : 1186
Kayıt tarihi : 31/10/10

Asla Pes Etme! / Direnç Empty
MesajKonu: Asla Pes Etme! / Direnç   Asla Pes Etme! / Direnç Icon_minitimeÇarş. Mayıs 11, 2011 7:06 am

“Tanrıların oyununa katılma hakkı kazanan melezler, Eduard Ryan Longrange, Cornelia Fackrell…” Kheiron’un bu sözleriydi belki de gözüne günlerce bir damla bir uyku girmemesinin nedeni. Bunun üzerinde düşünmek için çok zamanı olduğunu kabul etmesi gerekiyordu. Yani seçilmek hiç aklına gelmemişti. İçinde oluşan hırsı hissedebiliyordu. Kazanma arzusu… Evet, herkes gibi şansı vardı bu konuda. Ama asıl önemli olan, bu şansı kullanabilmekti. Eduard’ın kazanmak için her şeyi verebileceği bu oyun ne miydi? Tanrılarca, melezlerin güçlerini sınayan ve yaklaşık yüz yıldır düzenlenmeyen bir yarışmaydı. Evet, yüz yıldır. Bunun en büyük nedenlerinden birisi ise fazla can kaybı olmasıydı. Sadece on iki melezin katılabileceği bu yarışmada, diğerlerinden farklı olarak bedenleriyle değil, benliklerinin özüyle katılacaktı. Böylece kaybedenler, ölüme mahkûm olmayacak, sadece ömrü boyunca utanç içince yaşamalarına sebep olacaktı. Eduard’ın yarışmaya katılmasının tek amacı, rütbelerden veya drahmilerden –Eski çağlarda Yunanlıların kullandığı para birimi- çok kendisini kanıtlayabilme şansı olmasıydı. Dışarıdan, sıradan bir melez gibi gözüküyordu. –Bir melez ne kadar sıradan olabiliyorsa…- Sıradanlık ona göre değildi ama. Kendini kanıtlayabilmek, yani “sıradanlık” konumundan sıyrılabilmek ve tanrılar arasında saygı görmek… Eh, yine de drahmilerinde yararının yok olmadığı da söylenemezdi. Tanrıların Oyunun ne kadar zorlayıcı olacağının farkındaydı. Fakat tek düşüncesi elinden gelenin en iyisini yapmaktı. Şuanda, yatağında öylece yarın olacaklardan habersiz yatıyorken, gözlerini kapatamamasına rağmen, oyunlar ne olursa olsun, asla pes etmeyeceğinin farkındaydı. Ama bunlar, içinde ki giderek büyümeye başlayan kazanma hırsını söndürmeye yetmeyecekti.

Güneşin yarattığı etkiyle beraber gözlerini açtı. Yüzünde ki gülümsenin çok yakında bozulacağından neredeyse emindi. Sakince yatağında doğruldu. Yarışmanın bugün olmasına rağmen içinde biraz bile heyecan olmamasının iyi bir şey olarak kabul ediyordu. Tanrıların Oyunu hakkında ona fazla bilgi verilmemişti. Hatta karşılaşacağı görevlerin ne olacağını bile bilmiyordu. Tek bildiği şey, verilen saatte kamp meydanında olması gerektiğiydi. Görevler için duyduğu kadarıyla, “fazlasıyla tehlikeli” denmişti. Aslında olacaklara hazırlıydı. Bütün bir hafta boyunca, Tanrıların Oyununa hazırlanmış ve bu lanet yarışma yüzünden doğru düzgün yaşamayı unutmuştu. Evet, beklediği gündü. Neler mi hissediyordu? “Bir şeyler yemem gerek.” Her ne kadar bunu öylesine söylemiş olmasına rağmen guruldayan karnı için fazla bir şeyler yapabileceğini sanmıyordu. Gözlerini dışarıya dikmişti. Çok az zamanının kaldığının farkındaydı fakat bu saatler düşünmek için idealdi. Her ne kadar bunun için çok fazla zamanı olduysa da hala hazır olduğundan endişe etmiyor değildi. Güneşten kavrulmuş çimenler arasında uzanmaya çalışan çiçeklere doğru baktı. Yüzünü tekrardan bir tebessüm gelmişti. Ağaçların yaprakları ardına gizlenmiş daha neler vardı acaba? Dünyada ondan habersiz birçok şeyin olduğunun farkındaydı. Örneğin yarışmalar… Kheiron bir tane bile ipucu vermemişti. Neden sentorlar bu kadar huysuz olmak zorundaydı? Yarışmaları tanrı veya tanrıçalar düzenliyordu. Her bir tanrı/tanrıçanın görevi vardı. Bu yüzden karşılarına her şey çıkabilirdi. Örneğin Denizlerin Tanrısı Poseidon… Suyla ilgili bir yarışma bekliyordu ondan. Daha doğrusu en çok korktuğu yarışmaydı bu. Su ile olan anılarının pek hoş olduğunu söyleyemezdi. Tek çaresi böyle bir şeyin olmamasını ummaktı. Yine de kazanmak için her şeyi yapacaktı. Fakat en büyük sorunu ise rakipleriydi. Eduard, onlarla nasıl yarışabileceğini bilmiyordu. Çoğu kişi arkadaşıydı. Cornelia… Rakiplerinin arasında belki de olmasını istediği en son kişiydi. Cornelia’yı sürekli kardeşi olarak görmüştü. İtiraf etmesi gerekirse onu anlayabilen nadir kişilerden biriydi Cornelia. Ve daha birçoğu… Onlarla nasıl yarışabileceği konusunda en ufak fikri bile yoktu. Fakat Tanrıların Oyununda dostluğu ve arkadaşlığı bir yana bırakması gerekiyordu. Her ne kadar zor olsa da… Gözü istemeden de olsa duvarda ki sarımsı bir renge bürümüş ve yeni silinmiş olmasına rağmen üzerinde birden çok sayıda çizikler beliren saate kaymıştı. Lanet okuyarak ayağa kalktı. Yanına neler alması gerektiğini bile bilmiyordu. Her zaman belinde olan hançerinde ki işarete takıldı gözü. Güneşin hançere olan etkisi ile çok farklı bir görünüme bürünmüştü. Üzerinde ki parlaklık sayesinde oluşan simge ona bir gözü andırıyordu. Zorda olsa sonunda gözünü hançerden ayırarak, kapıya doğru yöneldi.

Kamp Meydanını, melezlerin genellikle bir göreve çıkacağı veya bulaşacakları ilk yerdi. Bu yüzden daima kalabalık ve gürültülü (!) olurdu. Fakat şimdi ise hiç olmadığı kadar sessizdi. Bu Sessizlik insanı –veya bu durumda melezi- rahatsız edecek türdendi. İçinde ilk defa oluşan korku ve heyecanı hissediyordu. Kapalı olan gözlerini araladı. Etrafında olan kampçılar tek bir ses bile çıkarmıyordu. Gerilim fazla Eduard’a göre değildi. Heyecan yapmayı sevmezdi. Daha doğrusu yapınca her şeyi batırırdı. Hiç olmazsa kendine güveniyordu. Başarabileceği konusuna gelince, bunu bilemezdi fakat elinden gelenin en iyisini yapacağını söyleyebilirdi. İlk görevleri ne olursa olsun, başaracaktı. Güçlüydü; diğerlerinin sandığından daha fazla. İşte bunu göstermek, kendini kanıtlamak, rütbeler veya drahmilerden daha önemliydi Eduard için. Herkesin aynı şeyleri yaşadığını tahmin ediyordu. Hırs ve korku karışımı bir duygu… Daha doğrusu onun tek tesellisiydi bu. Tık Tık. Gelen toynak seslerine karşılık arkasını döndü. Bir insan gibiydi. Daha doğrusu belinden yukarısı… Aşağısı ise… At şeklindeydi. Kheiron’un gözlerine baktığınız zaman, binlerce yıl yaşamış gibi sanırsınız. Eh, bu da doğru olarak sayılabilir. Kahverengi sakallarıyla örtünmüş ağzının tam ortasına, bir pipo yerleştirmişti. Kheiron sabırsızlıkla bekleyen melezlerin tam karşısında dikildi. Yüzünde sinsi bir ifade vardı. Kheiron’un söylediklerine uymak zorunda olduklarından, kimse tüm eşyalarını –giysiler dışında- bırakmaya itiraz etmemişti. Yine de diğer melezler bundan pek hoşnutta görünmüyorlardı. Kheiron’un bakışları Eduard’a döndü. Bir yandan da nelerin yasak olduğunu sıralıyordu. “… Bunun için ebeveynlerinizin verdiği silahları kabul etmiyoruz.” Birkaç dakika sonra yani içinde yalnızca pet şişe su ile el fenerinin bulunduğu eş çantalar dağıtıldıktan sonra gökyüzünde beliren ışık, çoğu melezin dikkatini çekmişti. Elleri ile gökyüzünü gösteriyorlar ve bir şeyler fısıldıyorlardı. Eh, bunun gayet normal olduğunu söyleyebilirdi. Bu daha çok bir yıldızın kaymasına benziyordu. Tamam, daha önce kayan yıldızlar görmüştü fakat bu onlardan çok daha farklıydı. Yıldız –daha doğrusu Eduard onu böyle adlandırıyordu- gittikçe yaklaşıyordu ve bu pekiyi değildi. En sonunda bunun bir yıldız olmadığını anladı. Daha çok bir yunan arabasına benziyordu. Ama Apollon’dan daha farklıydı. San ki geyikler çekiyormuş gibi… Artemis! Diğer melezlerden ses çıkmıyordu. Hepsinin gözü Artemis’in arabasına kilitlenmişti. Birkaç saniye sonra aniden bastıran sisin içinden çıkan şekil, melezlerin şaşkınlığı içinde karşılandı. Aeolus. Tamam, kabul etmesi gerekirse bunlar hiç ama hiç normal gözükmüyordu. Cevap istermiş gibi Kheiron’daydı herkesin gözü bu sefer. "Evet melezlerim, ilk oyununuzu hazırlayan kişiler Tanrıça Artemis ile Tanrı Aeolus. Oyunun ismi Direnç, sizden beklenen şey ise, bir ormanda tek başınıza hayatta kalmanız. Hepinizi ormana vardıktan sonra Artemis'in uçan arabasından belirli aralıklarla aşağı bırakacağız. Elinizdeki malzemeler ve sizlere verilecek olan haritalar ile başlangıç noktasından bitiş noktasına varmanız ve uzunluğundan habersiz olacağınız bir süre boyunca, bitiş noktasında sizi almaya gelmemizi beklemeniz gerekiyor. Haritada işaretli beş mekân var. Başlangıç noktanız, bitiş noktanız ve üç ödül noktası. Dileyen ödül noktalarına uğramadan direkt bitiş noktasına gitmeyi seçebilir, sonuçta biz sizi almaya geldiğimizde bitiş noktasında olmazsanız, yarışmadan elenirsiniz." Sessizlik… Ortalığı saran sadece buydu. Tabii fısıltılar başlamıştı. Ama önemli olan bu değildi. Orman konusunda gerçekten çok kötü anıları vardı. Üstelik orasının tehlikeli olduğunu biliyordu. Özellikle yalnız başına. Fakat ormanda bu sıralar fazlaca (!) gezindiği için kaybolmak gibi bir düşüncesi yoktu. Tabii bu fikri, Artemis’in arabasıyla ormana bırakıldıktan yaklaşık iki dakika sonra değişmişti.

Gözü sürekli olarak haritasında olmasına rağmen yolunu bulamıyordu ve bu da onun için oldukça sinir bozucuydu. Böylelikle yol bulma yeteneğinin olmadığını anlamıştı. Artemis’in onu bıraktığı yer, başlangıç için fena sayılmazdı. Ağaçların kapamış olduğu güneş sayesinde daha karanlık bir hal almasına rağmen, etrafta ki kırmızı güller Eduard’ın dikkatini çekiyordu. Fakat onları ellemek gibi bir niyeti de yoktu. Artemis veya Aeolus’un hangi engeller koyduğunu düşünmek bile istemiyordu. Oldukça aşınmış görünen ve ağaçların arasından sızan güneşin etkisi ile oldukça hoş bir görüntüye sahip olan yeterince büyük (!) tahta parçasına oturdu. İtiraf etmesi gerekirse paslanmış kâğıt rulosunun üstüne çizilmiş olan yerlerden hiçbir şey anlamıyordu. Fakat içinde ki yön duygusu sola gitmesi gerektiğini söylüyordu. İlk ödül noktasının nerede olacağından hiçbir fikri olmamasına rağmen emin adımlarla sola doğru yürümeye başladı. Her adımında içinde, haritayı gördükten birkaç saniye sonra oluşan panik artmaya başlıyordu. Ormanın bu yanına daha önce hiç gelmemişti. Kemerinde asılı duran hançerine baktı. Sakin olmalıydı. Sadece çok büyütüyordu. Belki de tek sorun buydu. Bir yandan da ürpertici karanlığın içine gizlenmiş bir ipucu olup olmadığına bakıyordu. Sol taraftan ilerlemeye devam ediyordu. Fakat gördükleri sadece çalılardan ve yapraklardan ibaretti. İtiraf etmesi gerekirse kaybolmuştu. Bitiş noktasına ne zaman ulaşacağını bilemiyordu. Fakat şuanda tek yaptığı şey haritaya bakmak ve ilerlemekti. Zaten bunlardan başka yapabileceği başka şeylerde yoktu. Ormana ineli fazla olmamasına rağmen yorulmuştu. Ayrıca suyunu doğru kullanması gerekiyordu. Aksi takdirde şu yanında ki solmuş bitkiden farkı olmazdı. Başarması gerekiyordu. Kesinlikle! Diğerlerinden önce… Yapması gerekiyordu! Ne yazık ki uzun süredir sadece bir daire çizdiğini fark edince ki siniriyle bıçağını çekti. Neden bir kerelikte olsa şans ona gülemezdi ki? Sinirle karanlığın içinde kaybolmuş pürüzlü bir ağaca yaslandı. İşlerinin ters gitmesinden nefret ederdi. Belki de çoktan diğerleri birinci ödül noktasına ulaşmıştı. Elinde ki haritaya bakınca ödül noktasına çok yakın olduğunu görüyordu sadece. O kadar. Fakat ne kadar yol alsa da sürekli aynı noktaya ulaşıyordu. Sinirle bıçağını biraz önce yaslandığını ve yaklaşık bin yaşında gibi görünen ağaca savurdu. “Tlink! Tamam, doğrusu böyle bir şey beklemiyordu. Yani, ağacın üstünde ki daha önce fark etmediği işaretin parlayacağı ve bu sesi duyacağını… Ses, bir mermerin yere düşüş sesine benziyordu her ne kadar saçma olsa da. Şaşkınlıkla hançerini yerine koydu. Gözleri yanlış yorumlamıyor ise ileride ki çalıların içinde kapı şeklinde bir geçit açılmıştı. Afallamıştı. Böyle bir şeyin olabileceği nedense (!) aklına gelmemişti. Ormanın böyle sürprizler barındırabileceğini daha yeni anlamak için her ne kadar geçte olsa, derin bir nefes alıp geçide doğru yürüdü. Işık olmadığı için bu yoldan sonra, tek pilli (!) el fenerini kullanması gerektiğini biliyordu. Uzun süredir yolda olmasına rağmen ödül noktalarına hiç rastlayamayasının nedenini anlayamıyordu. Şimdi susuzluk duygusunu ağır bir şekilde hissetmeye başlamıştı. Geçidin onu nereye çıkardığını gözlemlemeyerek direk çantasının kapağını açtı. Birkaç yudum sudan bir zarar gelmezdi herhalde. Babası onu şuan birkaç damla su için canını feda edecek halde görürse ne derdi acaba? Yüzünde bir tebessüm oluştu. “Sakın Pes Etme Eduard Ryan!” Muhtemelen böyle derdi. Üvey babası olsa da diğer melezlerden çok, üvey babasıyla oldukça iyi anlaşırlardı. Ama ne yazık ki onu bir daha asla göremeyecekti. Aslında ona duyduğu sevginin yeni farkına varabiliyordu. Böyle, kendini biçare ve yalnız hissediyordu. Ne yapacağını bilmeksizin, böyle durmak ona acı verdiği kesindi. Başarmalıydı… Kendisine güveniyordu. Belki onu destekleyen kişileri aklına getirmese dayanamazdı. Dişini sıktı ve ilerlemeye devam etti. Geçit bir mağaraya açılıyordu. Eduard tüm yol boyunca nefesini tutmak zorunda kalmasaydı gayet ölebilirdi. El feneri olmasa halini düşünemiyordu… Mağaranın karanlık duvarlarından sarkan, solmuş yeşil yosunların kokunun nedeni sanıyordu. Eh, bunu test edecek hali de yoktu. Aklına labirent geliyordu. Ama oradakinden farklı olarak şuan yanında birileri yoktu ve kendini hiç olmadığı kadar yorgun hissetmesine rağmen, asla pes etmeyecekti. Sonunda durdu. Durmasının sebebi karnında ki lanet olası ağrıdan çok, bir sesti. Evet, bir ses… Bir canavarınkinden çok suyun sesi. Yüzünde tekrardan bir tebessüm oluştu. Su! Suyu göreceğine hiç bu kadar sevineceğini sanmazdı. Tamam, kabul ediyordu ki pet şişenin tamamını bitirmişti. Kendi hesabına göre gecedeydiler. Çoğu zamanını mağarada geçirdiği için dışarıyı göremiyordu. İlerlemeye devam etti. Evet! Haklıydı. Duyduğu gerçekten de suyun sesiydi. Daha doğrusu bir şelale… Evet, ormanın ortasında bir şelale. Biraz garip geliyor. Fakat en yakın arkadaşının bir satir olduğunu öğrendikten sonra onu şaşırtacak başka bir olay çıkmamıştı. Eh, ne dese? Büyünün gücüne inanıyordu. Çimenlik bir alana geçmişti. Tam karşısında da şelale vardı. Oldukça güzel bir manzarasının olduğunu söyleyebilirdi. Şelalenin üstünde bir kapı vardı. İçinden bir ses oradan geçmesi gerektiğini söylüyordu. Şelale yaklaşık sekiz metreydi ve nasıl geçeceği hakkında en ufak fikri bile yoktu. Tabii ilk önce gölden geçmesi gerekiyordu. Gözlerini kapadı. Bunu yapabilirdi. Belki de içinden sürekli bunu tekrarlamasa başaramayacaktı. Haritasını eline aldı ve el feneri ile inceledi. Afallamıştı. Ödül noktası yerini burası olarak gösteriyordu. Eduard şaşkınlıkla ayağa kalktı ve ilerlemeye başladı. Suda ki tuhaf parlaklık dikkatini çekmişti. Eğildi ve daha iyi baktı. Ne olduğu tam olarak belli olmuyordu. Bunu illa da yapması mı gerekiyordu. Yüzünü buruşturdu. Derin bir nefes aldı ve kendini karanlık suyun içine bıraktı. Tek düşüncesi parlak cismi almaktı. Nefes tutmak konusunda ki başarısızlığını hiçbir zaman sevmemişti zaten. Yine her şeyi berbat etmesini istemiyordu. Akciğerlerine dolan su orada derin bir yanma hissi yapmaya başlamıştı. Elini parlak cisme doğru uzatmıştı. “Bir saniye daha” demek istedi lakin sadece köpüklerden başka bir şey çıkmadı ağzından. Cismi eliyle kavradı ve var gücüyle kendini yukarıya doğru çekti. Akciğerinde yanma hissi daha da artmıştı. Öksürerek bir ağaca yaslandı. Elinde ki cismi hemen yanına koymuştu. Ah, böyle olacağını bildiği halde suya dalmıştı. Ve eline geçen tek şey, lanet olası bir kutuydu. Bir kutu mu? Yeni cilalanmışa benzeyen, pürüzsüz ve parlak yüzeyi eliyle yokladı. Kutunun tam ortasında ise Eduard’ın zümrüt sandığı bir taş vardı. Kutunun açma yerinden tutarak çevirdi. Yüzünde ki tebessüm daha çok artmıştı. İçindekilere göz gezdirdi. Nektar, Peksimet, Ambrosia ve Eduard’ın hesaplamasına göre yarım bardak su. “İlk ödül noktası…” Karnının guruldaması ile birlikte peksimeti ikiye böldü ve birazını yedi. Kendini uzun zamandır hiç bu kadar yorgun hissetmemişti. Belki burada biraz dinlenebilirdi. Gözünü kapadığı andan itibaren bilinci de kapanmıştı…

Büyük bir ses yığını karşısında gözlerini araladı. Canı acıyordu. Daha doğrusu bedeni… San ki birisi bedenine çivi saplıyordu. Bir patlama sesi sonrasında gözlerini tamamen açıp etrafına baktı ve çığlığı bastı. Tamam, New York’ta daha önce fırtınalar görmüştü fakat bu bambaşka bir şeydi! Futbol topu büyüklüğünde yağan buzlar, insanı uçuracak –gerçekten!- türden rüzgârlar ve şimşekler… Böylesini ilk defa görüyordu. Yağan buzlar neredeyse her yerini delik deşik yapmıştı. Yüzünün sol tarafının kanadığına da yemin edebilirdi. Acele ile haritayı cebine tıkıştırarak, kutuda ki eşyaları çantasına koydu. Esen rüzgâr o kadar kuvvetliydi ki ayaklarını yerde tutmak için çok büyük bir çaba sarf ediyordu. Bıçağıyla yağan buzları savuşturmasına rağmen tamamen engelleyemiyordu. Çantasını sırtına astıktan sonra şelalenin içinden geçti. Bıçağını karşıdaki toprağa saplayarak ilerlemeye çalışıyordu. Fakat bunlar göründüğünden daha da zordu! Ölüm korkusuyla ve nasıl yaptığını anlamadan şelalenin üstünde ki kapıya tutundu ve kolu çevirdi. Açıklık bir alana girmişti. Nedense (!) fırtına aniden kesilmişti. Aeolus’un işi olmalıydı. Hiç olmazsa kaçmayı başarmıştı. Bu da bir başarıydı sanırım. “Eduard!” Hızla arkasını döndü. Çığlıktı bu! Korkmaya başlıyordu. Burada kendinden başka varlıkların olduğunu öğrenmesi cesaretini hiç yerine getirememişti nedense. (!) Bir saniye… Bu sesi tanıyordu! “Lia?” dedi sorarcasına. Onun sesini duyduğuna yemin edebilirdi, evet. Lia şuanda rakibi olsa da onun başına bir şeyin gelmesini asla istemezdi. Ama neredeydi? Tekrar arkasını döndü. Kendini çok tuhaf hissediyordu. San ki kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı. Telaşla ilerlemeye devam etti. Burada biraz daha durursa aklını yitirebilirdi (!) Uzun bir yürüyüşten sonra tekrar durdu. Beyaz bir şekil dikkatini çekiyordu. Daha çok çizgileri olmayan beyaz bir kaplan gibi… Daha çok heykele benziyordu. Tereddütle heykele doğru yaklaştı ve parmağını pürüzsüz yüzeyinde gezdirdi. İşte o an hiç beklemediği bir şey oldu. Heykel canlandı! Yani tam olarak heykel değildi. Eduard’ın aklına gelebileceği en son şey olmuştu. Kaplan Eduard’ı direk olarak yere serdi. Eduard’ın elleri ilk olarak bıçağına gitti. Kaplanın saldırısını savuşturmasına rağmen bıçağı diğer duvara doğru fırladı. Sinirlenmeye başlıyordu. Bu kadar yolu sahte bir kaplan tarafından öldürülmeye gelmemişti. Kaplanın saldırısından yuvarlanarak kaçtı. Ve hançerini tekrar kavrayarak ayağa kalktı. Yüzüne aldığı darbe orada derin bir yaranın oluşmasını sağlamıştı. Dişini sıktı ve elini ileri doğru attı. Bir anda alevler canavarın etrafını sardı. Kaplan, ileri atılmasına rağmen Eduard’a ulaşamamıştı. Sonunda ortayı büyük bir sessizlik sardı. Ateşleri canavarın üzerinden çekti. Özel yeteneğini genelde fazla kullanmazdı. Sadece sinirlendiğinde veya çok zor durumda kaldığında… Eh, o da bunu hak etmişti değil mi? Eduard canavarın karnının parladığını görebiliyordu. Ah, bu sandığı şey olamazdı değil mi? Yüzünü buruşturdu ve hançerini yaratığın bedenine sapladığı gibi aşağı doğru kaydırdı. Kaplanın midesinden çıkan bir sandık! Gerçekten çok kötü bir fikir olduğunu söylemek istiyordu. Kana bulaşmış olan 2. Ödülü sildi ve içini açtı. İçinde sadece çakmak ve battaniye vardı. İstemeden de olsa gülümsedi. Çakmağı cebine, battaniyeyi ise çantasına yerleştirdikten sonra soldaki patikadan devam etti. Bacakları daha ne kadar yürüyebilecekti işte burada fazla emin değildi. Yere çöktü ilk olarak. Bacaklarından başlayan keskin ağrı, vücudunun diğer bölgelerine doğru uzanıyordu. Uzun zamandır kullanmadığı haritaya baktı. Parmağıyla ikinci ödül noktasını elledi. İşte şuan burada olmalıydı. Üçüncü ödül noktasına çok fazla yolu olduğunu görebiliyordu. Tekrar haritayı katladı ve cebine yerleştirdi. Sonunda etrafına baktı. Ağaçlarla dolu bir alandaydı. Ağaçların gövdesine işlenmiş olan resimler vardı. Daha çok tanrılar… Karanlığa boğulmuş bu resimler, oldukça gizemli bir hava katmıştı etrafa. Dişini sıktı ve biraz ilerisinde ki patikayı takip etmeye başladı. Şimdi pes edemezdi. Daha doğrusu daha değil… Her adımında canı yanıyordu artık. Belki de bu oyuna katılmak sadece bir hataydı. Başarısız olacaktı. Sorun bu muydu peki? Başarısız olma ihtimalinin verdiği korku mu? Gözünü kapattı ve derin bir nefes aldı. Tanrıların Oyununa onu seçmişlerdi. Tüm kamptan 12 kişi seçilmişti. Sadece en iyiler. Eduard bir korkak olduğu için onu seçmemişlerdi tabii ki. Şimdi korkmak, daha doğrusu neredeyse bitirmek üzereyken korkup kaçmak… İşte bu ona göre değildi. Sonunda durdu. Başlangıçta ki bulunduğu yere çok benzeyen bir yerdeydi. Fakat burasını başlangıçtan ayıran tek şey, her yerde örümceklerin ve iskeletlerin olmasıydı. Çakmağını yaktı. Etrafa loş bir ışık yayıldı. Ağaçların kapadığı güneş sayesinde bu kadar karanlıktı bu yer. Eduard’ın dikkatini bir şey çekti ilk olarak. İskeletin sarıldığı bir kutu! Kutu? Tabii ya! Hemen haritasını açtı. Burayı gösteriyor olmalıydı! İskeletin yanına doğru gitti. Nefesini tutmuştu. Yavaşça kutuyu kavradı eli. Sonrada iskeletten çekti. Çeker çekmez yer sallanmaya başladı ve iskeletin olduğu kısım hareket etmeye başladı. Giderek alçalıyorlardı sanki. Kutuyu sıkıca kavrayarak hemen yana doğru atladı. Tuzak… Korkuyla geri çekildi. Başka bir deprem olabilme ihtimalini düşünüyordu. Hayatında yaşamadığı korkuyu ve macerayı yaşamıştı. Yani, bu da yetmez miydi? Şuanda kendi kulübesinde güneşleniyor olabilirdi mesela! Ama o illa tehlikeyi ve macerayı seçiyordu! Dikkatle kutuyu açtı. Üçüncü ödül noktası burası olmalıydı. Kutudan sadece rulo bir kâğıt çıkmıştı. Sadece! Dudaklarını büzdü ve kâğıdı açtı. Kâğıdın içine altın harflerle şöyle yazılmıştı: “Yarat kendi güneşini ve gir içeri.” Bir yandan da ileride ki kapıya bakıyordu. Yarat kendi güneşini… Güneş? Bir çeşit alev olabilir miydi? Yutkundu ve çakmağı tekrar çaktı. Bir günde özel yeteneğini hiç iki kere kullanmamıştı doğrusunu söylemek gerekirse. Kontrol edebileceğinden şüpheliydi. Tereddütle kapıya baktı ve elini ileri doğru uzattı…

Ateş bedenini sarıyor ve nedense ona zarar veriyordu. Hiç kontrol etmekte bu kadar zorlanmamıştı. Ateş, neredeyse onun kontrolü dışına çıkıyordu. Özel yeteneğini günde sadece bir kere kullanması gerektiğini de biliyordu. Şuan ölmemek için kendi çapında savaş veriyordu. -Aslında benliklerinin ruhuyla katıldığı için ölemezdi fakat yine de aynı duyguları yaşıyordu. Bu da yeterli değil miydi?- Peki ya hala pişman mıydı? Bu tüm olanlardan sonra… Hiç pişmanlık duygusu hissetmiş miydi? İşte bunda fazla emin değildi ama o zamanki tek düşündüğü şey asla pes etmeyeceğiydi… Tuhaf bir haykırmadan sonra, ateşin bulunduğu yeri kaplamasına izin verdi. Etrafı kaplayan ateş, tuhaf bir şekilde durdu. Durmaktan kasıtı, her yeri yakmaktan çok tek bir yerde oluşmaktı. Buna başlangıçta duyduğu gibi, bir kapının açılma sesi eşlik etmişti. Eduard, şaşkınlıkla kapıdan geçti. Artık çok az zamanın kaldığını tahmin edebiliyordu bu yüzden bazı (!) şeyleri sorgulamaktan vazgeçecekti. İlerlemeye devam etti. Güneş, ilk defa ağaçların arasından sıyrılmış ve hoş bir görüntü sergilemişti. Sola döndü. Sonra da sağa. Tekrardan (!) kaybolduğunun farkındaydı. Önünde iki tane yol ayrımı vardı. Haritası ise bitiş noktasının ileride olduğunu gösteriyordu. Sanırım düşündüğü gibi feci bir halde kaybolmamıştı. Çalıların arasından bir kıpırtı sezdi ve bir şekil çıktı. Bir… Geyikti. Geyiğin tüyleri bembeyazdı. Güneşin altında kalması yüzünde oldukça da parlak görünüyorlardı. İlahi güzellikte bir geyik… Nedense kendisine hiç zarar verebilme ihtimalini düşünememişti. Geyik, onu takip etmesini istermiş gibi soldan devam ediyordu. Eduard sersem bir şekilde sola doğru yürümeye başladı. Ama içinde bir endişe vardı. San ki soldan gitmemesi gerek gibi. Geyiğin solda kaybolduğunu görebiliyordu. Nereden gidecekti? Geyiğin cazibesine karşı koyarak kendini atar gibi sağa doğru koştu. Güneşin vurduğu ve sabahın ileri saatlerinin tam olarak yaşandığı bir avludaydı. Karşısında ise ona doğru gülümseyen Artemis vardı. Sanırım… başarmıştı. “Tebrikler Hephaistos oğlu Eduard. Bitiş noktasına gelmeyi başardın.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Athena
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Athena


Mesaj Sayısı : 5210
Kayıt tarihi : 16/08/10

Asla Pes Etme! / Direnç Empty
MesajKonu: Geri: Asla Pes Etme! / Direnç   Asla Pes Etme! / Direnç Icon_minitimePerş. Mayıs 12, 2011 5:27 am

Like a Star @ heaven Genel itibarı ile başarılı bir rp, zevkli bir anlatımı var ve betimlemelere fazlaca yer verilmiş.
Like a Star @ heaven 'San ki' normalde birleşik yazılır, ki kullanımının istisnalarından biridir. Direk değil, direkt olacaktı bir kelime.
Like a Star @ heaven Gözüme çarpan -de ve -ki eklerinin yazımında sorun yaşadığın. Onu halletmen gerekiyor.
Like a Star @ heaven 'Böyle durmak ona acı verdiği kesindi' cümlesindeki gibi yanlış yazımdan kaynaklı hatalar vardı.
Like a Star @ heaven Kurguda da ufak bir hatayı düzelteyim; Bu oyuna bildiğin, gerçek bedenlerinizle katıldınız. 'Benliğinizin özü'nden kastımız sihirli bir şey değil aslına bakarsan, 2. oyunda ne demek istediğimiz net olarak anlaşılacaktır sanıyorum.

Direnç isimli oyundan aldığın puan: 93!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://olimpos.my-rpg.com
 
Asla Pes Etme! / Direnç
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Sonuç. / Direnç.
» İlk alıştırmalar / Direnç
» Kararlılık/Direnç
» Bölüm 1: Direnç
» Mücadele / Direnç

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Olimpos Rpg :: Etkinlikler :: Tanrıların Oyunu :: Etap # 1-
Buraya geçin: