Ormana bırakıldığımda ilk işim heyecanlı küçük kız maskemden kurtulmak oldu. Kendimi bildim bileli zorlu koşullarda hayatta kalma dersleri alıyordum ve kendime güvenim tavan yapmış durumdaydı. Dersim sırasında iki çılgın tarihçiyle ülke ülke geziyordum ve her zaman lüks otellerin yakınında çalışılmıyordu. Bazen bir yağmur ormanının ortasındaki saklı bir kentte, bazen çölün ortasındaki bir piramitte… Ne zaman nereye gidecekleri belli olmazdı ve ben de bir bavul gibi peşlerinden sürüklenirdim. Her gittiğimiz yerde yeni şeyler öğrenir, bavuluma yeni şeyler eklerdim. İşte şimdi bir sürü bilgiyle dolu bavulu açma zamanım gelmişti.
En yakınımdaki ağacın altına oturdum. Bu bir çam ağacıydı ve uzunluğuna bakılırsa oldukça yaşlıydı. Evinde gariplikte sınır tanımayan on iki kişinin bulunmasına şaşırmış mıydı acaba? Sırt çantamı açarken "Yakında gideceğiz, merak etme." diye mırıldandım.
Sırt çantamdakileri tek tek çıkardım ve yere dizdim. Elimde ne kadar malzeme
olduğunu bilmem şarttı. Bir harita, bir el feneri, biraz su ve her zaman boynumda taşıdığım favori silahım. Eh, bunlar bana yeterdi. En azından bir süre ve bazı durumlarda.
El feneri ve suyu sırt çantama koydum ve haritayı açıp yere serdim. İki taşla uçmaması için sabitledikten sonra haritayı incelemeye başladım.
Şu anda başlangıç noktasındaydım, yani haritanın sol alt köşesinde. Gitmem gereken yerse sağ üst köşedeydi. Üç ödül noktasıysa birbirlerine olabilecek en uzak noktalardaydılar. Elimdeki malzemelerle bitişe ulaşmam olanaksızdı, bu durumda tek çarem ödül noktalarıydı. Yani yolumu uzatmam gerekecekti. Lanet olsun!
En yakınımdaki ödül noktası, yani birincisi, bulunduğum noktaya göre doğudaydı ve eğer yanlış hesaplamadıysam yaklaşık bir kilometre uzaklıktaydı. Şimdi yola çıkarsam yarım saatte oradaydım. Vahşi hayvanları ve kötü hava koşullarını hesaba katmazsak tabii… Şu anda hava güneşli ve sıcak olsa da on dakika içinde Tanrı Aeolus’un
devreye gireceğine adım gibi emindim.
Haritayı katlayıp cebime koydum ve ayağa kalktım. İçimdeki küçük kız yeni macerası için bavulunu açmıştı bile. Gülümseyerek "Acaba kuzey ne tarafta?" dedim ve az önce altında oturduğum çam ağacının gövdesinin bir bölümündeki yosunlara arkamı döndüm. "Eğer bu taraf kuzeyse, sağ taraf doğudur." diyerek sağa doğru yürümeye başladım.
Sık ağaçların arasından ilk ödül noktasına doğru ilerlerken hava hızla soğumaya başlamıştı. Anlaşılan Tanrı Aeolus görevinin başına geçmişti ve ilk eziyetini soğukla yapacaktı. Üzerimde ince bir tişört olduğu düşünülürse bu gerçekten büyük bir eziyet olacaktı. Hava dondurucu soğuğa ulaşmadan sığınacak bir yer bulmalıydım.
Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre boyunca hız kesmeden ilerledim. Hava da hız kesmeden soğudu. Soğurken her hücreme işlemeyi de ihmal etmedi. Hava o kadar
hızlı soğuyordu ki, böyle giderse donarak ölecektim.
Tir tir titreyerek ilerlemeye çalışırken çok da uzak olmayan bir yerden kurt ulumaları duymaya başladım. Tanrıça Artemis de tuzakları aktif hale getirmeye başlamıştı. İşte şimdi hapı yutmuştum. Donuyordum ve tek kurtuluşum kurtların donmuş melez sevmemesindeydi.
Etrafımda ağaçlardan ve otlardan başka bir şey yoktu. Yüksek ağaçların arasından
günün son ışıkları süzülüyordu ve ışıkların arasında hareket eden karaltıları hâla seçebiliyordum. Daha ilk yarışmada ölerek en beceriksiz melez ödülünü alacaktım ve bunu bilmek gerçekten sinir bozucuydu.
Daha fazla ilerleyemeyeceğimi anlayınca durdum. Acilen bir çözüm bulmam gerekiyordu. Hava buz gibiydi ve kurtlar yemek olarak beni seçmişlerdi. Hem biraz ısınacağım, hem de kurtlardan bir süre korunacağım bir yere ihtiyacım vardı.
Donmuş beynimi zorlarken kurtlar iyice yaklaşmıştı, patilerinin otlar arasında çıkardığı sesi duyabiliyordum. Bu ses bana coğrafya öğretmenimiz Bayan Clarissa’nın topuk seslerini hatırlatıyordu.
Coğrafya derslerini işkence haline getirirdi ve en iyi bildiği konu olan yağışlardan başka bir şey öğretemezdi. Nereden bilecektim ki bu beceriksizliğinin bir gün hayatımı kurtaracağını!
Birçok dersinde "Isınan hava yükselir, soğuyan havaysa alçalır. İşte bu nedenle insanların ayakları, başlarına göre daha fazla üşür." derdi. Eğer ağaçları insan gibi düşünürsek ben ayakların bulunduğu yerdeydim, yani soğuk havanın hüküm sürdüğü yerde. Bunu daha önce neden düşünemediğime kızarak donmuş kaslarımı zorlayarak da olsa en yakınımdaki ağaca tırmanmaya başladım.
Henüz iki metre yükselememiştim ki ağacın altına bir kurt geldi. Gözleri kan kırmızısıydı ve o gözlerdeki açlık neredeyse ağaçtan düşmeme neden oluyordu. Ağaca iyice yapışarak tırmanmaya devam ederken aşağıdaki canavara bakmamaya çalışıyordum.
Yeterince yüksek olduğunu düşündüğüm bir dala oturdum ve kurtların ulumalarını duymazdan gelerek kollarımı turuncu kamp tişörtümün içine soktum. O anda kolsuz biri gibi görünmem umurumda bile değildi. Tek dersim ısınmak ve aşağıdaki kurtlardan
kurtulmaktı.
Ben ağaca tırmanmakla meşgulken gece çökmüştü. Ancak hava ısınmaya başlamıştı. Tanrı Aeolus zıtlıkları kullanmaya karar vermiş gibi görünüyordu.
Hava ısındıkça ben de kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Kendimi yeterince ısınmış hissettiğimde susuzluktan konuşamayacak hale geldiğimi fark ettim. Suyumu idareli kullanmam gerekiyordu, bu nedenle sadece bir yudum su içtikten sonra el fenerimi alıp çantamı yandaki dallardan birine astım.
Feneri bacaklarımın arasında tutup kurtları görebileceğim şekilde sabitledim ve "Uyan!" diyerek kolyemi ok-yay takımıma dönüştürdüm. Normalde Antik Yunanca
söylerdim, ancak o anda İngilizce'nin daha iyi olacağını düşünmüştüm. Hayvanlara zarar vermekten nefret ederdim, ancak o anda bundan başka şansım yoktu. İngilizce ya da Yunanca fark etmezdi.
İlk okum hedefini bulduğunda yaralanan kurt acıyla uluyarak diğer iki kurdu harekete
geçirdi. Kurtlar delirmişçesine ağaca saldırmaya başladı. Boşa çabaladıklarını fark etmeden ağaca saldırıyor, zararı kendilerine veriyorlardı.
Bu manzarayı görmeye daha fazla dayanamayacağım için iki kurdu da hızla vurdum. Onlar acı içinde kaçarken çantamı ve el fenerimi alıp ağaçtan aşağı indim.
Hava sıcaklaşmaya başlamıştı ve bir an önce ilk ödül noktasına varmalıydım. Silahımı kolyeye dönüştürdükten sonra tekrar doğuyu bulup koşmaya başladım. Az yolum
kaldığını tahmin ediyordum, bu nedenle de koşuyordum.
Kısa sürede açıklık bir alana çıktım. Alanın ortasında bir masa vardı ve masanın üzerinde bir çanta vardı. Hemen gidip çantayı aldım ve içindekilere baktım. Nektar, peksimet, ambrosia ve biraz daha su vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse hayal kırıklığına uğramıştım, en azından biraz fazla su koyabilirlerdi.
Ben bulduklarımın tahlilini yaparken ormanın derinliklerinden bir kız çığlığı yükseldi. Bu ses Apollon kızı Tiff’e ait gibi gelmişti, ancak ormanda o kadar yankılanmıştı ki kaynağını saptayamamıştım.
Çığlığın sahibinin kurtulmasını ümit etmekten başka çarem yoktu. Yardım edememenin verdiği üzüntüyle olduğum yere çöktüm ve çantadan çıkan peksimetin birazını yedim. Biraz da su içtikten sonra kendi paçamı kurtarmam gerektiğini kendime hatırlatarak masanın altında biraz uyumaya karar verdim. Bir Hypnos kızı olarak uykuluyken doğru
kararlar veremiyordum.
Güzelim uykumdan kafamı masaya vurarak uyandım. Beni uyandıracak kadar yüksek çıtırtılar geliyordu ve yeni bir hayvan olması korkusuyla uyanınca kafamı masaya vurmuştum. Yavaşça masanın altından çıktım ve çıtırtıların geldiği tarafa döndüm.
Güneş doğmaya başladığı için etrafı görebiliyordum ve çıtırtılar çalıların arasından geliyordu. Kolyemi fırlatmaya hazır şekilde tutarken, üzerime atlaması durumunda hemen hipnotize edebilmek için konsantre de oluyordum.
Çalıların arasındaki gürültücü misafirim kendini gösterdiğinde şaşkınlıkla dondum kaldım. Karşımda ilahi güzellikte bir geyik duruyordu. Hayatımda ilk defa gri renkli bir geyik görüyordum ve bu geyik gerçekten çok güzeldi.
Onu ürkütmemek için yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Bir yandan da dost olduğumu anlatmaya çalışıyordum.
Aramızda iki metre kala kuyruğunu sallayarak çalıların içine girdi. Ben de istemsizce onu takip ettim. Bu kadar güzel ve narin bir geyik bana nasıl bir zarar verebilirdi ki?
Hipnotize olmuşçasına bir hayranlıkla onu takip ederken aklıma geyiklerin kahverengi olduğu geldi. Bu geyiğin olağanüstü bir özelliği olmasaydı, nasıl gri olabilirdi ki!? Bu gerçekle bir an duraklayınca geyik ondan beklenmeyecek bir sinirle bana doğru
koştu ve beni yere devirdi.
Ben şaşkınlığımı üzerimden atamadan geyik terden sırılsıklam olmuş tişörtümü yemeye başladı. Her ne kadar bu geyiğe zarar vermek istemesem de yediği şey benim tek giysimdi. Geyiğin karnına okkalı bir yumruk attım ve ‘Umarım o Tanrıça Artemis değildir.’ diye düşünerek geldiğimiz yoldan geri koşmaya başladım.
Açıklığa vardığımda eşyalarımı didikleyen bir kirpi ailesiyle burun buruna geldim. Ah, hayır! Peksimetimden kalanları yemişlerdi ve şimdi de çantamı kemiriyorlardı!
Sinirden ve sıcaktan kafayı yeme derecesine geldiğimden yerden kalın bir dal parçası alıp kirpileri ittire ittire uzaklaştırmaya koyuldum. Geyiğin beni tuzağa çektiğini düşünmüştüm, ancak tuzaktan uzaklaştırdığı aklımın ucundan bile geçmemişti.
Kirpilerden kurtardığım çantamı kaptığım gibi masanın üzerine çıktım. Kirpiler dürtülerek uzaklaştırılmayı sevmemiş olmalılar ki tehdit edici bir şekilde bana doğru geliyorlardı.
Hızlı düşünmem gerekiyordu. Cebimdeki haritayı çıkardım ve en yakındaki ödül noktasına baktım. Kuzeybatı yönündeydi ve en az üç kilometre uzaklıktaydı. Oraya ulaşana kadar kim bilir kaç tane tehlikeyle karşı karşıya kalacaktım ve buna
değecek kadar iyi bir ödül bulacağımdan emin değildim.
Bu nedenle diğer seçeneğim olan bitiş noktasına baktım. Kuzey yönündeydi, ancak çok az doğuda kalıyordu. Oraya ulaşmam çok daha kolaydı, sadece iki kilometre uzaklıktaydı. Sıcak hava ve aşırı vahşileşmiş hayvanlar nedeniyle iki saatte orada olurdum.
Haritamı tekrar cebime koydum ve tişörtümü çıkarıp terini sıktım. Olimpos aşkına! Tanrı Aeolus’un havanın kaç derece olduğundan haberi var mıydı acaba! Tişörtümü tekrar giyip biraz su içince kendimi daha iyi hissettim. Vücudumun kaybettiği suyu geri kazanacak kadar suyum yoktu, bu nedenle hâla susuzdum, ancak bu kadarı bile serinletmişti.
Çantamı sırtıma atıp masadan atladım ve kirpiler nefretle peşimden gelirken açıklık alandan koşarak uzaklaştım. Yeterince uzaklaştığıma karar verince durdum ve ağaçların yosunlu taraflarına baktım. Şanslıydım, çünkü doğru yoldaydım. Kuzeye doğru koşmaya devam ederken bir an önce bitişe varıp şu ormandan kurtulmak istiyordum.
Uzun bir süre koştuktan sonra tükenmiş bir şekilde olduğum yere çöktüm. O kadar yorulmuş ve nefes nefese kalmıştım ki, aldığım hava yetmiyordu. Başım dönmeye başlamıştı ve hayvanların sesleri gittikçe yaklaşıyordu.
Son bir çabayla ayağa kalksam da daha fazla koşamayacağımı biliyordum. O anda büyük riski göze alarak çantamdaki nektardan birkaç yudum içtim.
Ben buharlaşacağımı düşünüyordum, ancak korktuğum başıma gelmedi ve nektar sayesinde eskisinden daha iyi oldum. Tekrar koşmaya başladığımda yolumun neredeyse bitmek üzere olduğunu düşünüyordum.
Düşüncemde haklı çıktım ve kısa sürede bitiş noktasına vardım. Açıklığın ortasında bir
bayrak vardı. Mordu ve oldukça dikkat çekiciydi. Bana uykuyu hatırlatıyordu. Bayrağı sıkı sıkı tuttum ve saplandığı topraktan çıkardım.
O anda etrafta şiddetli bir rüzgâr esmeye başladı. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken Tanrıça Artemis geyiklerin çektiği arabasıyla gökyüzünde belirdi. O anda yaptığım aptallığı fark ettim, yumruk attığım geyik Tanrıça Artemis’in arabasını çeken geyiklerdendi.
Korkuyla yutkunurken Tanrıça Artemis’in arabası yere indi. Tanrıça Artemis’in sinir dolu bakışları altında resmen ezilirken ne düşündüğümü anlamış olmalı ki "Tuzaktan kurtulmaya çalıştığın için seni affediyorum. Ancak bir dahaki sefere yaptıklarına dikkat et Hypnos kızı." dedi ve beni arabaya çağırdı.
Gri geyiklerin çektiği bembeyaz arabaya bindiğimde öylesine rahatlamıştım,
öylesine rahatlamıştım ki, kelimeleri bir araya getirmekte zorlanıyordum.
İlk yarışmadan canlı çıkmayı başarmıştım ve bence bu bile büyük bir başarıydı. Bu rahatlamayla on yıl aralıksız uyuyabilirdim sanırım. Eh, zaten ilk işim de uyumak olacaktı. Yani sorunlarım çözülmüştü, en azından şimdilik.