19 Ocak 2011.Günlerden Çarşamba. Yarın annemin doğum günüydü ama annem ölmüştü. Kamptan çıkıp annemin mezarlığına gitmek istiyordum ama Kheiron, başıma bir iş gelir diye izin vermiyordu. Kamptan çıkmanın bir yolunu bulmalıydım. En sonunda gece Blue ile çıkmaya karar verdim. Sırt çantamı hazırladım. Ne olur ne olmaz diye çok az kullandığım telefonumu da çantama attım. Ahırlara gittim. Blue uyumuyordu. Ona “İşimiz var dostum.” dedim. Blue ayağa kalktı. Üzerine atladım. Ahırlardan çıktıktan sonra Blue uçmaya başladı. New York’a gidecektik. Pegasusumla birlikte rüzgara karşı koymaya çalıştım. Planım önce evime gidip dinlenmek, sabah mezarlığa gitmekti. Başımı Blue’ya yasladım ve gözlerimi kapattım.
Telefonumun çalmasıyla uyanmam bir oldu. Şimdiye kadar beni bu telefondan kimse aramamıştı. Telefonla konuşmak benim için çok tehlikeliydi. Ama önemli bir şey olmuş olabilir diye düşündüm ve telefonu açtım. “Alo..Alo..” . Gülüşmeler dışında hiçbir ses gelmiyordu. Birileri kafadan numara çevirip beni işletiyordu. Telefonu kapattım. Çok sinirlenmiştim. Sinyaller canavarlara gitmesin diye telefonu aşağıya attım. Epey yüksekten uçuyorduk. Tam başımı Blue’ya tekrar yaslayacaktım ki arkamdan bir hırlama sesi duydum. Arkamı döndüğümde iki tane ventus’un peşimde olduğunu fark ettim. Blue’ya hızlı gitmesini söyledim aceleyle. Korkmuştum. 2 ventus’a karşı hiç şansımın olmadığını biliyordum. Ventus’lar hala peşimdeydi. Cebimden Kampta Zack’ten aldığım iki tane kunai vardı. İkisini de Ventus’lara doğru fırlattım. Biri doğruca aşağıya düşerken diğeri bir Ventus’un kanadını yaralamıştı. Canavar bir çığlık attı ve daha sinirli bir şekilde peşimden geliyordu. Blue’da korkudan ikide bir kişniyordu. En sonunda ormanın üzerinden geçerken bir ventus bana doğru hızlı bir fırtına gönderdi. Ama fırtına bana değil de Blue’ya çarptı. Bir çığlık attım. İkimizde aşağıya doğru düşüyorduk. Blue zarar görmesin diye üzerinden atladım. Blue yere düşmüştü. Ben ise bir ağaca düşmüştüm ve bacağıma bir dal batmıştı. Çığlık atıyordum. En sonunda Platenon’la dalı kestim ve yere düştüm. Ağlıyordum. Seke seke Blue’nun yanına gittim. Blue acıyla kişniyordu. Görünürde bir şeyi yoktu. Onu zar zor ters çevirdim ve gövdesinin kanlar içinde olduğunu gördüm. Ventus’lar üzerimize geliyordu. Blue’nun kalkması imkansızdı. Ağlayarak Blue ile vedalaştım ve çantamı yere atıp kaçmaya başladım. Bir ventus benim peşimden gelirken diğeri pegasusumla uğraşıyordu. Bacağımdan kanlar akıyordu ve rahatça koşamıyordum. Bir ağaca tırmandım ve arkamı döndüğüm gibi Platenon’u savurdum. Canavar son anda çekildi. Uzun süre savaştıktan sonra Kılıcımı ventus’a batırdım. Ventus acı bir çığlık attı ve yok oldu. Ağaçtan atladım. Ve bir de ne göreyim. Blue hiç hasar görmemiş gibi uçuyordu. Aşağıya indiler. Ventus ona rüzgar yolluyordu ama pegasusum sıyrılıyordu. En sonunda Blue bir ağacın arkasına geçti ve ağacı devirdi. Ağacın altında ezilen Ventus toz olup yok oldu. Gidip Blue’ya sarıldım. Acaba nasıl iyileşmişti. Sonra yerde ambrosia kırıntıları gördüm. Doğru ya. Çantamdan dökülen ambrosiaları yemişti Blue. Blue’ya sarıldım. Gözümden birkaç damla yaş geldi. Sonra çantamı sırtıma attım ve ayağımın iyileşmesi için biraz ambrosia yedim. Blue’nun üzerine çıktım. Uçmaya başladık. Karşımızda New York tüm ihtişamıyla duruyordu. Blue’yu kimse görmesin diye kendi yapımım olan kolyesindeki tuşa bastım. Blue köpeğe dönüştü. Alışık olduğu için bir şey yapmadı. Sonra Blue ile birlikte evimize gittik. Önce biraz televizyon izledim ve sonra da olanların yorgunluğuyla sızdım.
Sabah mezarlıktan çıktıktan sonra bir taksiye binip şehrin dışına çıktım. Sonra Blue’nun üzrine atlayıp Kampa geri döndük.