Kampa geldiğimde kapının üstünde küçük yeşilimsi bir not buldum. Kesinlikle annemden olmalıydı. Herkes bana not bırakırdı fakat bu not o kadarda kusursuzdu ki annemden olmadığını anlamak fazla mantıksızcaydı. Küçük notu elime aldım ve kusursuz şekilde duran el yazısını yavaşça okumaya başladım. ‘Sevgili kızım Serena, uzun süre sonunda acilen görüşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Seni Olimpos’ta taht odasında bekliyor olacağım. En kısa sürede burada ol.’ Ah haydi ama! Annem gerçekten istediği zaman fazlaca kibar olabiliyordu. Çat kırılacak gibiydi yani. Derin bir iç çektim ve kulübeye adım attım. İçerisi fazlasıyla sessiz ve boştu. Eh bu alışılmadık bir şey değildi. Kulübemizde kütüphane sessizliği vardı. Çünkü çoğu asosyal kardeşimiz kulübede oturup kitap okumakla zaman geçirirdi. Bu asosyalliğin yanı sıra göreve çıkmamak gibi bir şeydi. Tamam, bizde oturup kitap okurduk ama görevlerimizi de tam yapardık. Lucy ile kesinlikle bu konuyu konuşmalıydım. Yatağımın üstünde duran kahverengi sırt çantamı aldım ve kendimi ahırlara doğru yönlendirdim.
…
Uzun süredir gelmemiştim buraya. Olimpos’un o şahane esintisi, kokusu, güzelliği… Bir an New York’un o sıcak havasını unutturmuştu bana. Olimpos’ta artık bahar mevsimi vardı. Persephone yeraltından çıkmıştı değil mi? Kesinlikle hayranı olduğum tek tanrıçaydı. Belki bir gün karşılaşabilirdim. Konseye gitmek yerine daha aydınlık bir bölüme gittim. Burasının neresi olduğunu bilmiyordum ama bir şey beni çekiyordu sanki. Annem? Annem ile ilgili bir şey değildi. Burada başka bir Tanrıça’nın varlığını hissediyordum. Elimi öne doğru uzattım ve gözlerimi kapadım. Orman… Yeşil bitkiler, vahşi doğa, etkileyici hayvanlar ve bir geyik? Geyikte nereden çıkmıştı. Gözlerimi kırpıştırırken küçük bir ışık patlaması daha yaşadım. Ağzımdan çıkan sözlerin bile farkına ancak varabilmiştim. ‘‘Tanrıça Artemis?’’ Bir yandan da önünde eğilmiştim. Bunun benim için büyük bir onur olduğunu biliyordum. Fakat aklımda olan tek şey Tanrıça Artemis’le konuşup kısa sürede annemin yanına gitmekti.