Geceleyin berbat bir kabusla uyandım. Rüyamda çok güçlü bir şey görmüştüm. Küre gibi bir şeydi ama kardeşim Mark’ın ölümüne neden oluyordu. Bu çok kötü bir şeydi. Böyle bir şeyin gerçekleşmesine asla izin veremezdim. Babama kardeşime bir şey olmaması için dua etmeye başladım. Bir süre sonra üzerimden bu korkuyu attım. İçim hala rahat değildi ama yapacak bir şey yoktu. Yatağıma kıvrılıp yorganı iyice üzerime çektim. Gördüğüm kabusu aklımdan çıkarmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Bu yüzden uyuyamıyordum da. Daha fazla dayanamayarak yataktan kalktım ve banyoya gittim. Elimi yüzümü yıkadım. Biraz rahatlamıştım. Aynaya baktım. Çok kötü görünüyordum. Sanki üzerimden büyük bir yük geçmişti. Gözlerimin altında da kırmızı halkalar vardı. Saate baktım daha uyuyalı üç saat geçmişti. Bu kadar kötü görünmeme şaşmamak gerek. Yüzümü bir kez daha yıkadıktan sonra havluyla iyice kuruladım ve banyodan çıktım. Önce bir şeyler içsem mi diye düşündüm ama sonra uyumaya çalışmanın daha iyi olacağına karar verdim. Uyuyamayacağımı çok iyi biliyordum ama denemek zorundaydım. Ben bu halde insan içine çıkamazdım. Zaten günlerdir doğru dürüst bir uyku çekmiyordum. Her gün biraz daha çöküyordum. Böyle giderse iki üç yıl içinde yetmiş yaşındaki bir kadına benzeyecektim ve ben bunu asla kaldıramazdım. Odama doğru yöneldim. Banyodan odama geçmek bir iki saniyemi aldı. Kapımı açtım. Tam içeri girecektim ki bağırma sesi duydum. Ses Mark2ın odasından geliyordu. Diğer kardeşlerimi uyandıracak şiddette değildi ama ben duyabilmiştim. Aklıma rüyam geldi. Ürperdim ve zorla bu düşünceyi kafamdan attım ve kardeşimin odasına koştum. İçeri girdiğimde Mark’ı yatağında doğrulmuş bir halde buldum. Hemen yanına gittim ve yanına oturdum. “Ne oldu?” diye sordum. Mark bana baktı ve sarıldı. Sonra “Çok kötü bir rüya gördüm.” dedi. Bu cevapla beraber sarsıldım. Benim gördüğüm kabusu görmüş olamazdı. Bu imkansızdı. Zorlanarak “Nasıl bir rüya?” diye sordum. Kardeşim derin derin nefes alıyordu. Sakinleştikten sonra “Elinle beni öldürüyordun.” dedi. İşte bu yüreğime inmesi için yeterli bir nedendi. Tam anlamıyla aynı rüyayı görmemiştik ama ikimizin rüyasında da hemen hemen aynı şeyler vardı. Bu hiç hayra alamet değildi. Genellikle melezler boş rüyalar görmezdi. Gördükleri kesin çıkardı. Bu durumda sırf bir melez değil iki melez görmüştü. Yani… devamını getirmek istemiyordum. Kardeşim bende bir tuhaflık olduğunu anladı ve toparlanınca ne olduğunu sordu. Bende ona kendi kabusumu anlattım. Şimdi Mark daha kötüydü. Sakin olmalıydık. Kardeşimi sakinleştirmeye çalıştım ama kendim hiç sakin olamadığımdan bu pek de işe yaramadı. Kısa bir süre sessizlik olduktan sonra kardeşim “Bu küreyi bulmamız gerekiyor.” dedi. Ona şaşkın bir ifadeyle baktım. Bu delilikti. Hem kürenin nerede olduğunu bilmiyorduk hem de bu daha kötü olabilirdi. Kardeşim benim istemediğimi görünce “Denemekten başka çaremiz yok. Yoksa ben öleceğim.” dedi. Bu benim yüzüme tokat gibi inmişti. Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Zaten kardeşimi yeni kampa geldiğinde bulmuştum. Şimdi kaybedemezdim. “Tamam. Nasıl bulacağız?” dedim. Mark “Küreyi nerede gördün? Etrafı tarif edebilir misin?” diye sordu. Ona en ince ayrıntılarına kadar anlattım. Küre çok geniş bir yerdeydi. Bir şehir gibi. Bu şehirde gözüme çarpan birkaç yeri anlattığımda kardeşim “Şikago!” dedi. Şikago Amerika’nın en büyük yelerinden biriydi ve bu olabilirdi. Denemek zorundaydık. Şikago’ya gitmeye karar verdik ve hazırlanmaya başladık. Ne olur ne olmaz diye her şeyi koyuyorduk. En sonunda hazırlanma kısmı bitti ve diğer kardeşleri uyandırmadan kulübeden çıktık ve doğruca pegasus ahırına gittik. Elimizden geldiğince hızlı olmaya çalıştığımızdan ahıra varmamız fazla uzun sürmedi. İçeri girer girmez pegasuslarımızı çıkarıp hazırladık. Sonra üzerilerine bindik ve uçmaya başladık. Sabah olmasına iki üç saat vardı. Biz Şikago’ya vardığımızda güneş yeni yeni doğmaya başlamıştı. Şikago’nun züerinde turlamaya başladık. Rüyamda gördüğüm yeri bulmaya çalışıyordum. Bir süre sonra ıssız bir yerin üzerinden geçtik. Burası kabusuma çok benziyordu. Pegasuslara aşağıya inmesini söyledik. Aşağıya indimizde etrafımızı taramaya başladık. Bir süre yürüdükten sonra küreyi gördük. Altı metre uzağımızdaydı ve ışıl ışıl parlıyordu. Çok güçlü olduğu her yerden belliydi. Koşmaya başladım. Onu hemen almalıydım. Bununla beraber hayatımdaki en aptalca şeyi yapmış oldum. Ben kardeşimin yanından ayrılınca kardeşim tuzağa düştü. Canavarlar hemen onu yakaladı. Şok olmuştum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Canavarların ele başı “Kardeşini istiyorsan küreyi ver.” Dedi. Küreyi almayı başarmıştım ama kardeşim… Mark bana ifadesiz biçimde bakıyordu. Kabus gerçek olmuştu. Küreye baktım. O kadar çekiciydi ki hiç vermek istemiyordum. Sanki ona bağımlı olmuştum ama bir yanda da kardeşim vardı. O benim her şeyimdi. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kafamı toplamaya çalışırken birden ortaya iki kafalı bir şey çıktı. Bunu tanıyordum. Bu Seçim Tanrısı, Janus’tu. Ona şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Janus’un bir kafası “Kardeşini kurtar.” Dedi. Doğruyu söylüyordu. Kardeşim daha önemliydi. Canavarlara doğru yürümeye başladığımda Janus’un diğer kafası konuştu; “Hayır, küre daha önemli. O sonsuz bir güç.” Dedi. Bu kafada haklıydı. Ne yapacaktım ben şimdi. Kafan daha çok karışmıştı. Küre beni iyice içine çekiyordu. Onsuz ben yapamazdım. Bu sonsuz gücü reddedemezdim. Tam küreyi seçecekken kardeşimle göz göze geldik. O an da kendime geldim. Yürümeye başladım ve Janus’u aşarak küreyi canavarlara verdim ve kardeşimi kurtardım. Hemen birlikte pegasuslarımıza gittik. Kimse bizi yakalayamadan da uçmaya başladık. Havada kardeşim bana bakıp gülümsedi. Bende ona gülümsedim. İşimiz bitmişti. Şimdi güzel bir uykuyu hak ediyorduk. Kampa varınca hemen kulübeye gittik ve hiç konuşmadan yataklarımıza yatıp uyumaya başladık.