Gözlerimi yavaş yavaş araladım, elime baktım; çizilmiş ve yarılmıştı. İğrendikten sonra gözlerimi tamamıyla açtım ve kendimi bir yol kenarında buldum. O sırada yakama yapışan polis beni hızlıca yerden kaldırdı. Önce avucumun içini açtı, kısa bir süre göz gezdirdi ve ardından yanındakilere baktı. "Bir daha seni buralarda görmeyelim pis fakir. Git, başka yerde lanet olası dilenmeni yap!" Ve ardından gevrek gevrek gülerek uzaklaştılar. Henüz daha neler olduğunu bile anlayamamışken, bir polisin sözlü saldırısına maruz kalmıştım. Cebimdeki dolu drahmiden haberi olmasa gerek, beni itip kakmıştı. Ayrıca her yerim kan revan içindeydi, çizikler ve morluklar gövdemi götürüyordu. Karşıda bir kafe gördüm ve oturdum. Ardından düşünmeye başladım. Yanı başıma gelen garson sürekli sipariş istiyordu ama açıkçası onu pek taktığım yoktu. Bir süre sonra yanımdan ayrılınca iyice rahatladım ve sandalyeye yayıldım. Ve elime bir peçete alarak oynamaya başladım, bir yandan da düşünmeye başladım. En son; Elpis Oğlu J. beni Diablo Dağı'na götürmüştü. Ve onun bir ihanetkar olduğunu böylece anlamıştım. Sonra ben, tam ölecekken... Bir şey oldu ve kendimi yarı ölü (!) bir şekilde yerde buldum. Polis tarafından tartaklandım ve şimdi buradayım. Peçeteye daha da yakından bakmaya başladım. Düşündüm. Demek ki ben gerçekten aşırı saf bir insandım. İnsanların iyi niyetine hemen kanıyordum. Geçen seferi hatırladım; J. bize yardım etmek için kampa kadar gelmişti. Ve küçük tanrıların da, melezlerinin de Zeus'un tarafında olduğunu söylemişti. Acaba geçmişlerinde veya şimdiye kadar geçen sürede ne olmuştu? Bu sorular kafamı kurcalarken onca maceraya bunun yüzünden atılıp atılmadığımı merak etmiyor değildim. Ama kafamı daha da çok kurcalayan şeyse; benim oradan nasıl kurtulduğumdu. Afrodit, ya gerçekti ya yalan ve de ikisinin de ispatları bulunuyordu. Şimdi ne yapacaktım ben? Thalia Ağacı'nı hatırladım. Afrodit oraya gelmişti ama emindim ki küçük tanrılardan şekil değiştirme üzerinde uzmanlaşmış birileri elbette vardı. Buna inanmamı ne sağlayabilirdi ki? Peçeteyle oynarken, kafamı yana çevirdim ve kafenin tam karşısındaki Nakil Plakçılık'ı gördüm. Bu bir tesadüf değildi, olamazdı. Hemen elimdeki peçeteyi yere attım ve hızlıca karşıdan karşıya geçtikten sonra NSÖ'ye vardım. Kafam nedense bugün iyiydi (!), hiç olmadık şeyleri aklıma getiriyordum ve bu da öyleydi. Afrodit gerçekti, ben Kafe Verve'ye ışınlamıştı, ama ben yanlış kişiyi elçi olarak seçmiştim. Belki de elçi, yine bir mektuptu. Beni sürekli mektuplara boğmasının sebebi de buydu. J.'nin bundan bir şekilde haberi olmuştu, çünkü bu görev önemli bir görevdi. O da bunu biliyordu ve beni Diablo Dağı'na götürmüştü. Ardından ben orada tam ölecekken, Afrodit'e ettiği dualar sayesinde kurtuldum ve kendimi sokaklarda buldum. Tam karşımda duran da NSÖ'ydü ve ben tekrar o kapıdan içeri girecektim, herkese kendimi hatırlatacaktım ve Afrodit'in görevini tamamlayacaktım. NSÖ'nün kapısını tıklattım ve içeri girdim. Charon'u görmek güzeldi, beni görünce gülümsedi ve elini uzattı. "Biraz drahmiyle bu iş olur cadı." Bu Charon işini biliyordu, hemen elimi cebime götürdüm. Ama hiç drahmi kalmamıştı! Şimdi delirecektim, tam oracıkta yığılıp ölecektim - her ne kadar ölümsüz olsam da - . O sırada elimi cebimin iyice diplerine indirdim ve bir kum doları buldum. Büyük bir heyecanla parayı uzattım ve Charon da bana aynı anda bir mektup uzattı. "Al cadı, oku bunu. Şimdi iniyoruz." dedi ve diğer sırada bekleyenlerle beraber inmeye başladık.