Afrodit'in verdiği görev üzerine pegasus ahırların doğru koşuşturmaya başladım. Buna neden inandığımı bilmiyordum, belki de saçma sapan bir melez sırf benimle eğlenmek adına böyle bir işe kalkışmış olabilirdi. Ama içgüdülerim bunun doğru olduğunu söylüyordu ki, bu içgüdüleri yönlendiren de bence tanrılardan biriydi, veyahut tanrıçalardan biri. Bu yüzden içim rahattı, aksi takdirde bir durum olsaydı yani kandırılıyor olsaydım, emindim ki en azından Tanrıça Artemis beni uyarırdı. Bir şekilde belli ederdi en azından, karşıma bir av çıkarabilirdi veya yanı başımda dişi ayı ya da altın geyik beliriverebilirdi. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmediğine göre, kandırılmış falan da değildim, arada bir gelgitler yaşıyor olsam da, bu işin gerçekliğine gerçek olmadığından daha fazla inandığım için oraya gidecektim, yani daha önce hiç gitmediğim Diablo Dağı'na. Adı, bir melodiyi andırıyordu. Diablo'yu duyunca içimden dans etmek gelmişti birden. Meksika havaları gibi, kafama kocaman bir şapka ve elimde marakas Diablo diyerek dolaşmak istiyordum. Muhtemelen o gün, kafamın yerinde olmamasından kaynaklanan bir sorundu. Yani, rüyamda acayip şeyler görmüştüm ve aklım bir yandan bu görevdeyken bir yandan da o rüyadaydı. Dün akşam, havanın ne kadar da güzel olduğunu düşünüyordum. Uyunulacak gibi değildi. Bu düşünceler arasında kafamı yastığa vurduğum anda, bütün gece uyuyor olabilmeyi dilemiştim. Gül yaprakları arasındaydım, pembe pembe. En nefret ettiğim renkti o, tabi beyazdan sonra. Beyaz, ruhsuz bir renk, pembe ise aşırı ruhlu. Ortayı bulmak, her zaman için doğru olandır. O yüzden hiç hazzetmediğim renklerin bileşiminde yürümek bile bana kabusu yaşatıyordu. O sırada, ileriden bir gelincik fırladı önüme, bana ters ters bakarak ilerlemeye başladı. Ardından önüme bir kılıç düştü ve gözlükler yığılarak kılıcı kapattı. Tam yerdeki kılıcı ayıklayarak alacakken, birden bomboş bir yere düştüm. Etrafta hiçbir şey yoktu. Bağırmaya başladım ama cevap veren olmadı. Ve kan ter içinde uyandım. Bütün gece geçirdiğim bu kötü zamanın, emindim ki bu görevle bir ilgisi vardı. Sanırsam görevi kolay kabullenme sebebim de bu gördüğüm rüyaydı. Bunları düşünürken ahırlara vardığımı fark etmemiştim, ama pegasuslardan birinin kişnemesini duyunca kendime geldim. Görevliye bir şey belli etmemeye çalışarak ilerlemeye başladım. Kendi pegasusum, yol arkadaşım Plüton'u arıyordum. Ona neden bu adı verdiğimi bile bilmiyordum. Bence Plüton; gezegenlerin en güzeliydi. Küçüktü, uzaktaydı ama her zaman bilinirdi. Ama NASA, onu gezegenliğe layık görmemiş de falan filan. Belki de çocukluğumu o minicik gezegenin maketlerini yaparak geçirdiğim için, ona vefa borcumu ödemenin bir şeklidir şu anda pegasusuma onun ismiyle hitap etmem. Ama ben astronomi dersi görürken, Plüton'un Hades'in Roma'daki adı olduğunu bilmiyordum, ufak ama kampta gayet önemli bir detaydı bu. Fakat; pegasusumla ve adıyla yaşamayı öğrenmiştim. Görevlinin birtakım sorularına aldırmadan pegasusumun yanına gittim ve onun yelelerini okşamaya başladım. En son onunla pegasus dersliğinde görüşmüştük, aradan bayağa bir zaman geçmişti. Bu tatlı çift kanatlıyı çok özlemiştim gerçekten. Onun ipini çözerken, görevli yanıma yaklaştı ve sordu. "Pegasusunuzu neden alıyorsunuz?" O an onun ağzına oklarımı sokmak istedim, hayatımda duyduğum en saçma soruydu bu. Biraz gezintiye çıkmak istesem bile, görevliyi ne ilgilendirirdi ki? Biraz sert bir yanıtla onu tersledim. "İşimiz var." Ve ardından Plüton'un üzerine atladım. Beraber kanatlanmaya başladık. Çok geçmeden çantamı kontrol ettim ve yanıma nektar almadığımı fark ettim. Plüton'a fısıldadım. "Oğlum, yakınlarda bir yerlerde dur." Ardından Plüton, yavaşlayarak yere inmeye başladı.