Ahırlara varınca sessizce kapıdan içeri baktım. Bekçi hala uyuyordu. Bu benim için çok iyiydi, kaçmak zorunda değildim. Bekçinin uyuyor olmasının verdiği rahatlıkla yavaşça Fotia’yı aradım. Bulduğumda kafasını sevdim ve birkaç adet küp şeker verdim. “Bunlara ihtiyacın olacak dostum1 Fotia’nın üzerine eyerini yerleştirdikten sonra kayışlarının sağlamlığını kontrol ettim. Artık hazırdık, Fotia’yı kayışından tutarak dışarı çıkardım. Üzerine atlarken de “Bu sefer çok hızlı gitmeliyiz Fotia, dersteki hızına ulaşmanı istiyorum” dedim. Fotia bana anlamsız bir ifade ile baktı “Cornelia, ders” gibi iki basit kelime kullandım. “Cornelia” kelimesini duyan Fotia hemen heyecanlandı. Sanırım hızlı gitmesi gerektiğini anlamıştı. Dizginleri aşağıya doğru çekerek ayağım ile popsuna hafifçe vurdum. Fotia büyük bir hızla gökyüzüne yükseldi, bu sefer derstekinden de hızlıydı. Bu hızla uçarken onu kontrol etmek zordu fakat yavaş, yavaş alışıyordum. Bu hıza alışmaya çalışarak Fotia’yı gitmek istediğim yere götürüyordum: Olimpos.
Empire State binasının kapısına gelince Fotia’dan indim. Her ne kadar uçuşumuz kısa da sürmüş olsa yere ayak bastığım için mutluydum. Fotia’nın eyerine taktığım çantamı aldıktan sonra ona yükselmesini söyledim. Fotia bu taktiğimize alışmıştı, nereye gidersek gidelim hep bu taktiği kullanıyorduk. O gökyüzüne çıkıyordu ardından benim ıslık çalmam ile geri dönüyordu. Fotia uzaklaştıktan sonra sakin adımlar ile güvenlik görevlisinin yanına gittim. Adam bana “yine ne istiyorsun” dercesine baktı. Ben de ona Küçük Tanrı Hektor’dan aldığım geçiş izni kartımı gösterdim. Adam kartı inceledikten sonra söylene, söylene bana asansör kapısını açtı. Asansöre binince kapı arkamdan kapandı, yine o sıkıcı müzik ile baş başa kalmıştım. Bir ara müzik anlayışı olan bir Tanrı şu asansöre bir el atmalıydı. Asansöre her binişimde uykum geliyordu, anlayacağınız çalan müzik gayet yavaş ve rahatlatıcı bir müzikti. Gerçi rahatlatıcı özelliği sadece Tanrılar üzerinde işe yarıyordu ama neyse. Düşünceler ile Olimpos’a varmayı beklerken bir anda asansör sallandı ve o klasik “bing” sesi duyuldu. Ardından asansörün kapıları Olimpos’a açıldı. Aslında burası çok korunaksızdı, aşağıdaki güvenlik görevlisini geçtiğin anda iş kolaydı. Bir ölümlüye gidip “pardon bakar mısınız, Olimpos’a çıkış şu asansörden tek yapmanız gereken güvenlik görevlisini kandırmak” desen büyük ihtimalle sana deli derlerdi. Gerçi ben bu “deli” lakabını birçok kez yemiştim. Düşüne, düşüne Küçük Tanrılar Mahallesine doğru ilerlemeye başladım. Artık buraya alışmıştım, yerini hemen bulabiliyordum. Gerçi buranın yolunu birkaç defa kaybolarak ezberlemiştim. Cidden, birisi buraya yön tabelaları asmalıydı. Ne olur ne olmaz belki kaybolup buradan aşağı düşebiliriz bile.
Küçük Tanrılar Mahallesine geldiğimde sokağın sonunda bulunan ve en çok güneş gören eve doğru ilerlemeye başladım. Burası sessiz ve aydınlık bir evdi, tam bir Psişik Güçler Tanrısına yakışır bir yerdi anlayacağınız. Kapının önüne gelince “umarım meditasyon yapmıyordur” diyerek kapıyı çaldım. Meditasyon yaparken bizimle konuşması için çağırdığı klonu çok korkunç bir şekilde önümüze çıkabiliyordu. Sabırla kapının açılmasını beklerken yerde bir siyahlık oluştu. Evin köşesinde bulunan tek gölgelik yerden çıkmıştı bu siyahlık. Yavaşça şekillendi, beden hatları belirginleşti ardından Hektor’a çok benzeyen siyah bir dumana dönüştü. “Ben gölge yardımcı, Hektor’a hizmet ederim. Size nasıl yardımcı olabilirim ?” Bu soruyu sanki “sizi nasıl yiyebilirim” dercesine sormuştu. Anlaşılan, Hektor en son görevde edindiği gölge hizmetkarlarını kullanmaya başlamıştı. “Ben Küçük Tanrı Hektor ile görüşmeye geldim, onun arkadaşıyım” Hayalet garip bir ses tonu ile söylediğimi tekrarladı “Arkadaş ?” Sanırım bu sözcüğü uzun zamandır duymuyordu. Belli bir süre beni süzdükten sonra bir yerden bir bilgi alıyor gibi garip, garip kaş, göz hareketleri yapmaya başladı. Yüz ifadesi düzeldiğinde “Selam dost Pers, içeri gel” dedi. Sanırım bunu Hektor söylemişti, temkinli bir şekilde kapıdan içeri girdim. Hektor yine bağdaş kurarak oturmuştu. Bu sefer etrafında onu bir çember şeklinde saran mumlar vardı. Yaklaşık olarak on adet mum onu çevreliyordu. Hektor’un her nefes alışında mumların hepsi güçleniyor, her nefes verişinde mumların hepsi eski haline dönüyordu. Tabii bu sırada yaptığı garip el işaretlerini saymıyorum bile, gerçi artık onun elleri ile garip işaretler yapmasına alışmıştım. Sanırım bu işaretler enerji kontrolü için kullanılıyordu. Neyse, kafamı bunlarla yoramazdım. Kısık ve Hektor’u rahatsız etmeyecek bir ses tonu ile “Gaia kim ?” diye sordum. Sorumun üzerine tüm mumların üzerindeki ateşler titremeye başladı. Sanırım bu söylenmemesi gereken bir addı. Hektor sorumu algılayınca birkaç mantra söyleyip meditasyonunu bıraktı. Ardından konuşmaya başladık.