Eşyalarımı hazırlamış ve anında Çörek'i alıp yola çıkmıştım. Şu anda
karşıma Zeus bile çıksa umrumda değildi. Eduard'ı geri getirecektim. Ne
olursa olsun. Her ne olursa. Kararlı bir şekilde gözlerimi kıstım. Çörek
bu kadar hızlı gitmekten yorulmuştu. Onu fazla yorduğumu farkettim. Onu
nazikçe okşadım ve ona bir havuç verdim. Çörek neşeyle kişnedi. Onun
için her şey çok kolaydı. Bir havuç ona her şeyi unutturabiliyordu.
Keşke benim için de böyle olabilseydi. Derin bir iç çektim. Başımı
Çörek'in yumuşacık boynuna yasladım. Eduard'ı bulacağımı biliyordum.
Sadece onu bulana kadar geçen zaman beni mahvediyordu. Onu düşünmekten
başka bir şey yapamıyordum ve bu halde yeraltına inmek çok tehlikeli
olurdu. Kafamı toplamalı ve konsantre olmalıydım.
Başımı aniden kaldırdım. Etrafa baktım. Hava kararıyordu.
Alacakaranlıktı. Çörek uçmaktan bezmiş bir halde nefes alıyordu. Ama
istediğim yere geldiğimizi biliyordum. Los Angeles, Nakil Sırasında Ölüm
Plakçılık. Buraya hiç yanlız gelmemiştim. Nedeni yerlatının ve Hades'in
beni çok korkutmasıydı. Ama konu Eduard olunca, yeraltı bir sinek
vızıltısı gibiydi. O sinek vızıltısına kulak asmamaya çalıştım.
Çörek'in burnundan hafifçe öptüm. Acı dolu kişnedi. Bu hareketimin veda sözcüğü olduğunu anlıyordu artık. ''Üzgünüm oğlum. Ama artık gitmeliyim. Buraya iyi bir şey için geldim, endişelenme sakın.'' Girmeden
önce boynuma madalyonumu taktım. Bir plan yapmıştım ama işe yaraması
imkansız gibiydi. Umarım işe yarardı ve bu işin sonunda buharlaşmazdım.
Derin bir nefes aldım. ''Haydi bakalım Maya, bu işi bitir artık.'' Kendi
kendime konuşmamam gerektiğini hatırlatarak içeri girdim. İçerisi son
gelişimde hatırladığım gibiydi. Sade, ciddi ve ölü. Bir sürü ölü vardı
içeride ve burayı olduğundan da ölü gösteriyordu. Hızlı adımlarla
ölülerin kayıkçısının yanına ulşatım. Tamamen Eduard'a yoğunlaşmıştım. ''Ölülerin kayıkçısı Charon, buraya Hades'in emri ile geldim.'' Dev gibi adam bana şüphe ile baktı. ''Ne dedin sen ufaklık?'' dişlerimi
sıktım. Onunla uğraşamazdım. Boynumdaki madalyonu gösterdim. Bunu bana
Hades vermişti, ama çok önce ve bu amaç için değil. Şu anda bu bile
umrumda değildi.Charon omuz silkti ve asansörüm kapısı açıldı.
Duraksadım ama içimden Eduard'ın given dolu yüzünü geçirince kararlı bir
şekilde asansöre girdim. Saatler gibi gelen dakikalar sonra, asansör
bir ''dink'' sesiyle açıldı. Karşımda yeraltı dünyası duyuyordu. Ölüler
diyarı ve Hades'in krallığı. İçim ürperdi. Hızla yürümeye başladım.
Etrafa bakındım ve yardım edecek birilerini aradım. Hiç ölü yoktu. Hades
ölülerin çıkışa bu kadar yakın olmasını istemiyor olmalıydı. Yürümeye
devam ettim. Ne aradığımı bile bilmiyordum, belki bir kafes veya hücre?
Artık Cerberus'a iyice yaklaşmıştım. Çok korkuyordum ama onu bir şekilde
atlatabilirim gibi geliyordu. Hayvanları severdim. Onlar da beni. Belki
bu koca üç başlı vahşi köpeği bir şekilde eğitebilirdim. Belki...
İleriye baktım ve tepede bir parıltı gördüm. Gözlerimi kıstım. Aslında
bir parıltıdan farklıydı, karanlık bir kütleydi aslında. İçimde büyük
bir merak ve umut vardı. Adımlarımı sıklaştırdım. Cerberus'un olduğu
yere gelmiştim. Gelmiştim ama canavar burada yoktu. Kafam karışmıştı.
Nasıl yani, burada değilse nerede diye düşündüm. Diğerleri gibi sırada
bekleyen birine sordum. ''Cerberus nerede biliyor musun?'' Adam hala Cerberus yokken Elisyum'a girmeyi akıl edememişti. ''Bir yerden bir mahkum kaçmış. Çok güçlü bir silahı varmış, sanırım bir hayvan. Onu da çağırmak zorunda kaldılar.'' Yutkundum. Bu Eduard olabilir miydi? ''Bu yer nerede biliyor musun?'' Adam
başını salladı. Ceza tarlarlarının üzerinde sallanan karaltıyı
gösterdi. Onunla daha fazla konuşmadan oraya doğru koştum. Ceza
tarlalarındaki işkence ve kötü şeylere bakmamak için büyük çaba
harcıyordum. Sadece havada sallanan şekile ulaşmaya çalışıyordum.
Ona yaklaştıkça bana daha büyük gözükmeye başlamıştı. Ve daha yüksek! Ona nasıl çıkacağım aklıma hiç gelmemişti. Bu
bana engel olmamalıydı. Eduard'a ulaşmalıydım. Bu kadar yaklaşmışken
hiçbir şey bitemezdi. Daha önce hiç hissetmediğim bir öfkeyle
parmaklarımı toprağa batırdım. Sonra bağırarak ellerimi yukar
yükselttim. Yerden anında altı tane ve oldukça kalın dallar çıktı.
Bunların bir ağaç gövdesi kalınlığında olduğunu düşünüyordum. Ama
düşünecek zamanım bile kalmamıştı. Hızla birine tırmanmaya başladım. Bu
ağaçlar akıllıydı, ben düşeceğim zaman biri beni engelliyor diğeri de
ellerimi dalın üzerinde kalmasını sağlıyorlardı. Bu şekilde hızlıca
ilerledim. Yaklaşcıkça alarm seslerini duyabiliyordum. Bu beni
korkutmuştu. Sonunda bitkiden indim. Kendimi ''Jack ve Fasulye
sırığı''ndaki Jack gibi hissetmiştim. Şimdi devlerin dünyasındaydım.
Ölülerin dünyasında. Karşımda bir adacık vardı. Havada süzülen bir
adacık. Üzerinde kocaman metal renkli bir bina duruyordu. Bu bir
hapishane miydi? Aynı onlara benziyordu. Fazla incelemeden kocaman metal
kapıya koştum. ''Deja-vu!'' dedim kendi
kendime. Aynı olayın cephanelikte de yaşandığını hatırladım. Eduard'la
bir yüzük bulmuştuk. Onunla neredeyse ayrılacaktık. Sırf ilişkimizi
başkalarına söylemek istemiyor diye. O anları hatırlamak bile acı
veriyordu. Çünkü aklıma hep Eduard geliyordu. Başımı bu anıyı kovmak
için salladım ve kapıyı açtım. Kendimi her zamankinden güçlü
hissediyordum. Beni güçlü hissettiren Eduard'a yaklaşmış olmamdı. O bana
her zamankinden yakın gibiydi. Labirenti andıran koridorlardan geçtim.
Alarm sesi kulaklarımda adeta yankı yapıyordu. Gözlerim her yerde
Eduard'ı arıyordu. Bir koridora girdim ve hızla koşan birini gördüm.
Buna inanamıyordum. Onun açık kumral saçlarını nerede görsem tanırdım. O
yürüyüşünü de. Gözlerim yaşarmıştı. Dayanamayıp onun yanına koştum. O
kaybolmuşken, melez kampında olnu bulunca söylemek için bir çok şey
tasarlamıştım. Neler yapacağımı düşünmüştüm bile. Ama şimdi herşey
kafamdan uçup gitmişti. Elimi onun omzuna koydum. Onu sadece hissetmek
bile beni mutlu etmişti. Eduard hızla arkasını döndü. ''Maya!'' onu
sadece görmek değil, sesini duyabilmek... Her şeye bedeldi. Ona hızla
sarıldım. Eduard neredeyse yere düşecekti. Onu sıkabildiğim kadar
sıktım. Özlemimi hiçbir şey dindiremeyecek olsa bile. Pek güçlü
değildim ama onu sıkmayı deniyordum en azından. Bu da bir şeydi.