Kampın yoğun temposundan bunaldığım nadir günlerden biriydi. Ne yapsam diye düşünürken kamptan firar edip babamı ziyaret etmeye karar verdim. Bu kararım üzerine neredeyse her görevimde benim yanımda olan pegasusumun yanına gitmeden önce yanıma biraz küp şeker aldım. Nessie'nin yanına vardığımda çoğu zaman olduğu gibi neşelenmiştim. Hemen küp şekerleri ona yedirdim ve onu okşayıp biraz şımarttıktan sonra ahırdan çıkarıp üstüne bindim. Kulağına doğru eğilip "New York'a gidiyoruz, babamın yanına." dedim. Bunun üzerine Nessie hızla yükselmeye başladı. Bulutların yanında seyahat etmek tarif edilemez bir duyguydu. Zaten uçmaktan her zaman hoşlanmıştım.
Eve gitmeden önce babama bir hediye almaya karar verdim ama tam olarak ne alacağıma karar verememiştim. Biraz düşündükten sonra ona güzel bir çerçeve almaya karar verdim. İçine de birlikte çekindiğimiz bir fotoğrafı koymayı planlıyordum. Böylece ikimizin resmine istediği zaman bakabilirdi. Bu düşüncelerle onun favori rengi olan okyanus yeşili bir çerçeve alıp hediye paketi yaptırdım.
Hediyeyi aldığım mağaza evimize çok uzak olmadığı için kısa sürede eve varmıştım. Babamı göreceğimden dolayı içim içime sığmıyordu. Bu sefer babama sürpriz yapmak için yanımda evin anahtarını da getirmiştim. Babamın çok şaşıracağına emindim. Anahtarları cebimden çıkartıp sessizce deliğe soktum ve yavaşça çevirdim. Neyse ki kapı fazla ses çıkarmadan açıldı. Ben de içeriye doğru parmak ucumda ilerledim. Sesi salondan geliyordu. Tam salonun yarı açık olan kapısını ittiriyordum ki içerden gelen bir başka ses beni durdurdu. Bu bir kadın sesiydi, ama tanıdık değildi. "Artık onun için üzülme, John. Orada daha güvende olduğunu sen de biliyorsun." dedi yabancı -En azından benim için.- kadın. Babam da "Biliyorum ancak... Yine de onun için endişelenmeden edemiyorum." dedi. Bu sırada kadın git gide babama yaklaşıyordu. Ne yapmaya çalışıyordu bu ? Sinirlerimi fena halde bozmuştu. Babamın onun tesellisine ihtiyacı yoktu. "Biraz gevşemelisin." dedi kadın gıcık edici bir ses tonuyla konuşarak. Bu sırada iyice babama yanaşmıştı. Neredeyse onu öpecekti.
Ben ise bu görüntülerin şokuyla elimde bulunan hediye paketini farkında olmadan düşürmüştüm ve çıkan sesten dolayı doğal olarak ikisi de bana doğru dönmüştü. O an babamın benden daha şaşkın bir durumda olduğunu fark ettim. Ama şimdi bunu umursayacak değildim. "Sana inanamıyorum, baba !" diye haykırdım ve babam daha bir şey diyemeden birdenbire gözlerimde biriken yaşlarla birlikte kapıya doğru koşturdum. Babamın da benim arkamdan koşturan ayak seslerini duyabiliyordum. Ancak bana yetişmesi olanaksızdı. Çünkü benim kadim dostum Nessie hem babamdan kat kat daha hızlıydı, hem de uçabiliyordu.
Babam bana "Katherine !" diye seslendiğinde ben çoktan pegasusuma atlamıştım bile. Geç kalmıştı. Hemen Nessie'ye uçmasını söyledim ve birlikte havalandık.
Bu halde kampa gidemezdim, hem canım da gitmek istemiyordu zaten. Moralim fena halde bozulmuştu. Babamın yaptığına hala inanamıyordum. Sonunda gözlerimde biriken yaşları serbest bıraktım. Uzun bir süre ağladıktan sonra birine ihtiyaç duyduğumu hissettim ve telefonumla Lucy'yi aradım. Bunun çok tehlikeli olduğunu biliyordum ama başka çarem yoktu, yalnız kalırsam toparlanamayacaktım. Ağlamaklı sesimi duyan Lucy hemen ne olduğunu sordu ama ben sadece ona ihtiyacım olduğunu söyledim ve adresi verdikten sonra telefonu kapattım. Belki de gelmeyecekti ama gelmesini ummaktan başka çarem yoktu.
Lucy'yi bir kafede beklerken biraz daha sakinleşmiştim, ama hala ağlamak istiyordum. O sırada çok tiz bir ses duydum. Bu insan sesine benzemiyordu. Demek ki canavarlar yerimi tespit etmişlerdi.
Sesin geldiği yöne doğru bakınca iki tane harpyanın bana doğru geldiğini gördüm. Elimi hemen kılıcıma götürdüm. İkiye karşı pek şansımın olduğunu düşünmesem de kaçmak yerine savaşmayı tercih ettim.
Yaptığım tüm hamleler boşa gidiyordu ama o kadar da kötü değildi çünkü şimdiye kadar yara almamıştım. Fakat bundan sonrası için de garanti veremezdim. Sonra ben karşımdaki harpyaya tekrar atak yapmaya hazırlanırken arkamdan hızla gelen harpya kılıcımı kaptı. Şimdi diğer harpya ile aramızda yaklaşık 1.5 metre vardı. Yani istediği an beni öldürebilirdi.
Harpya tam bana doğru eğilmişti ki birden onun tiz çığlığı yankılandı. Gözlerimi kapatıp açtığımda harpya yok olmuştu.
"Ama bu na-" cümlemi bitirmeme gerek kalmadan demin harpyanın olduğu yerde duran ve elinde kılıç sallayan Lucy'yi fark ettim. Lucy hayatımı kurtarmıştı. Tam ona teşekkür edecektim ki diğer harpya bize varlığını hatırlatmak istercesine tiz sesiyle bağırdı ve bize doğru hızla gelmeye başladı. Diğer arkadaşı yok olduğu için oldukça öfkeli gözüküyordu. İkimiz de önünden son anda çekildik ama harpya tekrar bize dönmüştü. Olabildiğince hızlı bir şekilde Korku Saçan'ımı aktif hale getirdim ve harpyanın gözüne tuttum. İşe yaramıştı. Harpya, şimdi onu öldürebileceğimiz bir hızdaydı. Lucy bu fırsatı kaçırmayarak hemen harpyanın yanına koştu ve biraz sıçrayarak kılıcını harpyanın boynuna indirdi. Böylece iki harpyadan da kurtulmuştuk. Derin bir oh çektikten sonra hemen Lucy'nin yanına koştum ve teşekkür ederek ona sarıldım.
Lucy ise "Bugünlük bu kadar adrenalin yeter. Artık kampa dönsek iyi olacak." dedi. Sonra bir şey hatırlamış gibi yüzü aydınlandı ve "Bu arada telefonda sesinin neden öyle gelmediğini yolda anlatacaksın değil mi ?" diye ekledi. Bunu bir sorudan çok bir görevmiş gibi söylemişti. Ben de kafamı salladım ve kampa dönmek üzere pegasuslarımıza atladık...
Rp Bitmiştir.