Her zamanki gibi soğuk bir New York günüydü. Aşırı sevecen (!) koruyucu ailemin aşırı sevgi dolu (!) tepkileriyle mutlu yuvamızdan okula doğru uğurlandım. Evden çıkınca New York’un dondurucu soğuğuyla karşılaştım. Aşırı sıradan kıyafetlerim ve örülmüş simsiyah saçlarımla buralı olmadığımı anında belli ediyordum. Yol boyunca eski hayatımı düşündüm. Nasıl bu hale gelmiştim? 3 yıl önce ki halimle şimdiki halimle dağlar kadar fark vardı. 3 yıl önce ne mi oldu? Bunu bende bilmiyorum.
Annem ve babamın işlerinden dolayı sürekli seyahat ederdik. Çok ilginç bir ailem vardı. Annem Amerikalı babam ise Koreliydi. Babam bir iş adamı olduğu için (ya da ben öyle zannediyordum) sürekli seyahat ederdik. Hiç kalıcı bir yuvamız, dilimiz, yaşantımız olmadı. Tüm hayatımız tekrardan değişirdi. Ama değişmeyen bir şey olurdu. Ben kendimi bildim bileli, nereye gidersek gidelim annem ve babam bana dövüş sanatları konusunda en uzman kişiler tarafından ders aldırırlardı. Bir gün anneme "Neden bana bunu yapıyorsunuz?" diye sorduğumda annem "Kızım, bu senin ve ailemiz için hayati bir önem taşıyor. Zamanı geldiğinde neden olduğunu anlayacaksın." dedi. Bu konuşmadan sonra bir daha bu konu hakkında ne ben ne de annem konuştuk.
12 yaşıma geldiğimde tüm yakın dövüş sanatlarında uzmanlaşmış ve yay, gürz, cirit, bıçak gibi savaş aletlerini ustalıkla kullanabiliyordum. Sadece kılıç konusunda eksiktim ama babam sıkı çalışırsam kısa sürede kılıcıda atalarımız kadar iyi kullanabileceğimi söylemişti. Babam bunu söyleyince çok gururlanmış ve babama kocaman sarılmıştım. Tabi o zaman onunla son konuşmalarımızdan birini yaptığımızı bilmiyordum. Şimdilerde keşke daha sıkı sarılsaymışım diyorum.
Babamla konuşmamızdan 4 saat sonra apar topar evden çıkmış havaalanına doğru gidiyorduk. O sıralarda Almanya'da bulunuyorduk. Annem babama Japonca sandığım bir dilde -o kadar çok dil biliyordum ki bazen hepsi birbirine karışıyordu- "Bizi bulmuşlar, sona çok yaklaştık, en azından onu kurtaralım" dedi. Bizi bulmuşlar mı? Kim bulmuş bizi? Kurtarılacak olan kim? Yoksa ben mi? Bu soruları sormama vakit kalmadan babamın son model arabasında uçarcasına gidiyorduk. Havaalanına vardığımızda bilette Amerika'ya gideceğimiz yazıyordu. Anneme ve babama bakarak, "Neden apar topar Amerika'ya gidiyoruz?" diye sorduğumda bana hüzünlü bir bakış attılar ve "Tatlım, biz gitmiyoruz" dedi annem. Bu cümleyi idrak etmem biraz uzun süre aldı. Anladıktan sonra anneme ve babama yalvarırcasına baktım ve "Hayır, hayır. Beni göndermezsiniz. Neler oluyor, neden sürekli kaçıp duruyoruz, yoksa kurtaralım dediğiniz kişi ben miydim, beni neyden kurtarıyorsunuz, peki ya siz, burada neler oluyooor!?" Nefes almadan bu soruları sorduktan sonra cevapsız kalacağını biliyordum. Histerik bir şekilde ağlamaya başladım. Babam " Kızım, seni her şeyden çok sevdiğimizi biliyorsun. Amerika'ya gittiğinde tüm soruların yanıt bulacak. Havaalanında seni büyükannen ve büyükbaban karşılayacaklar. Ve bizi merak etme, biz başımızın çaresine bakarız." dedi. Bana sıkıca sarıldılar ve annem elime ucunda gotik bir anahtar bulunan bir kolye verdi ve "Sen bunu taktıkça bizi yanında olacağız, bu kolye sana hep güç verecek " dedi. Ve gözyaşları içerisinde beni New York’a götürecek uçağa bindirdiler...
İşte o günden sonra nasıl bir yalanın içinde yaşadığımı öğrendim. Büyükbabam ve büyükannemle konuştuktan sonra tüm sorularım cevabına kavuştu. Annem ve babam aslında profesyonel suikastçılarmış. Sürekli seyahat etmemiz bu yüzdenmiş. Annem ve babama verilen görevler yüzünden hep farklı yerlere yolculuk yapmamız gerekiyormuş. Ve ben de görevlerinin bir parçasıymışım. Doğumumdan çok kısa bir süre sonra koşmaya ve konuşmaya başlamışım. Özel bir çocukmuşum yani. Özel bir çocuk oluşum Büyük Şef'in ( Örgüt Başkanı) kulağına gidince annem ve babama benimde suikastçı olmam konusunda baskı yapmışlar. Annem ilk başta kesinlikle reddetmiş ama sonra Büyük Şef beni öldürmekle tehdit edince mecbur kalmışlar. Sürekli dövüş sanatları konusunda eğitilmem bu yüzdenmiş. Ve bu özel yanımı düşmanlarımız duyunca beni bulup kaçıracaklar veya öldüreceklermiş. Ve annem ve babam kendilerini benim için feda etmişler...
Uzun süre büyükannem ve büyükbabamın yanında yaşadım. Tam onlara çok alışmıştım ki bir gün evde onları bulamadım. Ama sonra kapıma sosyal hizmet görevlileri gelince onların evde ölü olarak bulunduğunu ve artık velisiz kaldığım için beni koruyucu bir aileye vereceklerini söylediler. "Benim yüzümden." dedim. Görevlileri çılgınca yumrukladım. Erkek olanın kolunun kırıldığına emindim. Çılgınca ağlamaya başladım ve histerik gösterim görevli kadının sakinleştirici iğnesiyle son buldu. Uyandığımda koruyucu ailemin evindeydim.
Yaklaşık bir hafta kadar sonra okula giderken kapının önünde isimsiz bir mektup gördüm. Zarfı açtım ve mektubu okumaya başladım. İçinde Rusya'ya bir uçak bileti, bir miktar para ve şu korkunç kelime yazıyordu; "Kaç."
Kaçmaya başladığımda 13 yaşındaydım. Kaçmayı bitirdiğimde ise 15. Rusya, Japonya ve Çin'den sonra aldığım mektupta New York, Amerika yazıyordu. Oraya son gidişimden beri kaçak gibi yaşıyordum. Bunun aldığım son mektup olduğunu umarak havaalanına doğru yola çıktım.
Amerika'da da kaçak hayatı süreceğimi düşünmüştüm ama New York polisini hesaba katmamıştım. Beni yine bir koruyucu ailenin yanına vermişlerdi. Artık sorun çıkarmıyordum. Amerika'ya son gelişimden bu yana çok değişmiştim. Sokakları tanımıştım, kendimi geliştirmiştim. Artık 15 yaşında olgun bir kızdım. Ve nefret ettiğim koruyucu ailemle kalmak zorunda olduğumu biliyordum.
Her zamanki gibi soğuk bir New York günüydü. Aşırı sevecen (!) koruyucu ailemin aşırı sevgi dolu (!) tepkileriyle mutlu yuvamızdan okula doğru uğurlandım. Evden çıkınca New York’un dondurucu soğuğuyla karşılaştım. Aşırı sıradan kıyafetlerim ve örülmüş simsiyah saçlarımla buralı olmadığımı anında belli ediyordum. Yol boyunca eski hayatımı düşündüm. Nasıl bu hale gelmiştim? 3 yıl önce ki halimle şimdiki halimle dağlar kadar fark vardı. Eskiden de müthiş bir dövüşçüydüm ama sevecen, tatlı ve canlı bir kızdım. Şimdi ise sert bir görünümüm vardı. Ama her şeye rağmen hala özel biri olduğumu düşünüyorum.
Okula vardığımda hiçbiriyle tek bir konuşmuşluğum olmadığı sınıf arkadaşlarım bana ucube gibi bakıyorlardı. Benimle tek arkadaşlık kurmaya çalışan Tom'u bile kendimden uzaklaştırmayı başarmıştım. Kimseye bağlanamazdım, tekrar aynı şeyleri yaşayamazdım. Yerime oturdum ve eskiden ustası olduğum dersleri şimdi tek bir şey anlamadan dinlemeye başladım. Sonra kapı tıklatıldı ve müdür yardımcısı sandığım bir adam ,"Alexis Kwon sana bir mektup var" dedi. Kalbim ağzıma gelmişti. Aldığım son mektuptan bu yana çok uzun bir süre geçmişti. Bir daha mektup gelmez sanıyordum. Her an bayılacakmış gibiydim herkes zarfı almamı bekliyordu ama ben ayakta kalakalmıştım. Sonunda almam gerektiğini fark ettim. Ellerim titreye titreye zarfı aldım ve açtım. Bu seferki farklıydı, tamam, yine "Kaç" yazıyordu ama içinde ne para vardı ne de bilet. Birden koşmaya başladım ve uçarcasına sınıftan çıktım. Uzun yıllardan sonra kaçmayı refleks edinmiştim. Ama aklıma gidecek hiçbir yer gelmiyordu. Zar zor kendimi okuldan attım ve orman aklıma geldi. Okula çok yakındı, hatta bazen okuldan kaçar orda ok atma ve koşu antrenmanları yapardım. Ormana doğru koşmaya başladım. Hem koşuyor hem ağlıyordum. Yüzümü ıslatan gözyaşları New York’un dondurucu rüzgarıyla birleşince yüzüm adeta buza dönmüştü. Ormana girdim, ama koşmayı kesmedim. Koştum, koştum, koştum... Ve sonunda durmam gerektiğini anladım ve ormanın hiç görmediğim derinliklerinde olduğumu fark ettim. Bir ağacın dibine çöktüm, dizlerimi karnıma çektim. Ağladım, ağladım sonra uyuştuğumu hissettim, kolyemi sımsıkı tuttum ve uykunun beni ele geçirmesine izin verdim.
Uyandığımda gece olmuştu. Normalde hiç korkmazdım çünkü Japonya'dayken de ormanlarda yaşamıştım. Orman benim yuvam gibiydi. Ama burada garip bir şeyler vardı. İçimi bir ürperti kapladı. Gökyüzünde dolunay tüm ihtişamıyla parlıyordu. Ben aya bakarken birden önümden hızlıca bir şey geçti. Korktum. Çünkü pek normal bir şey gibi görünmüyordu. Hızlıca giderken altın renkli parıltılar bırakmıştı ve sanırım geyikti. Gözlerimin bana oyun oynadığını düşündüm ve gözlerimi ovuşturdum. Gözlerimi açtığımda karşımda çok güzel bir kız duruyordu. Sanki ayın parıltısı kızın yüzüne vurmuştu. Doğal denemeyecek kadar grilikte gözleri vardı. "Sen... Sende kimsin? Buraya nasıl geldin?" derken elimdeki dal parçasını kıza doğrultmuştum. Kız en fazla 12 yaşındaydı ama ona dik bakamıyor önünde eğilme ihtiyacı duyuyordum. Kız bana "Ben, ay ve avcılık tanrıçası Artemis'im" dedi. Ben ise " Evet tabi bende Prenses Elizabeth" derken bile sesimde titreme vardı. Birden Artemis olduğunu iddia eden kızın ayaklarının dibine çeşit çeşit hayvanlar gelmeye başladı ve kollarına kuşlar kondu. Ben hala rüyada mıyım diye kendimi çimdiklerken kız gümüşi bir ışıltıyla devasa bir boyuta ulaştı ve üzerinde savaş kıyafetleri yerine Antik Yunan tanrılarının giydiği cinsten bir tunik belirdi. Ve kız yankılı ve tanrısal bir sesle "Bunları idrak etmenin zor olduğunu biliyorum, ama bunlar gerçek. Yunan tanrıları var ve şu an senin deli saçması olarak gördüğün şeylerin hepsi gerçek hayat. Sen özel bir kızsın Alexis, neler yaşadığını biliyorum." Aman tanrım! Adımı biliyordu. Rüyada olmadığımı fark edince Artemis'i dinlemeye karar verdim. Artemis devam etti, "Senin avcılarıma katılmanı istiyorum. Eğer avcı olmayı kabul edersen sonsuz bir yaşam seni bekliyor." "Evet, evet !" dedim "Avcınız olmak onurdur, yeter ki bu lanet yerden kurtulayım!" "Ama bu o kadar kolay değil. Avcı olduğun süre boyunca erkeklerden uzak durman ve bekâret yemini etmen gerekiyor. Buna katlanabilecek misin?" Birkaç saniye düşündüm. Erkekler hiçbir zaman çok umurumda olmamıştı. Zaten çekingen bir tiptim." "Evet, evet kesinlikle uzak duracağım ne yapmam gerekiyor?" "Yemin etmelisin" dedi Artemis ve birkaç kelime söyleyerek tekrar etmemi söyledi. Tekrar ettim ve "Artık avcı mıyım? " dedim sevinçle. Ama Tanrıça Artemis sanki bir şey olmasını bekliyor gibiydi. "Ne oldu Tanrıçam?" dedim endişeyle. Tanrıça, " Etrafında gri bir ışığın belirmesi gerekiyordu. Çok garip" dedi. Biraz bekledikten sonra bir ışık etrafımı kapladı hiçbir şey göremez oldum. Işık gittiğinde Artemis şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Ne olduğunu sordum. "Eğil de kendin bak" dedi. Ayağımın dibindeki su birikintisine baktığımda simsiyah gözlerimin metalik bir maviye döndüğünü ve omzumda bir kurt dövmesi oluştuğunu gördüm. Şaşkınlıkla Artemis'e "Bu da ne demek oluyor?" dedim. O ise bana sinsi bir gülüş atarak " Sana özel biri olduğunu söylemiştim avcı." dedi...