Geçen gün kuzenim Sat’le Ateş Arabası’yla uçtuktan sonra gökyüzüne karşı büyük bir özlem duymaya başlamıştım. Tekrar binebilirdim, ama kardeşlerim büyük ihtimalle buna karşı çıkarlardı. Çünkü son zamanlarda herkes binmek istiyordu ve biz yorgunluktan ölmek üzereydik. Eğer binersem büyük bir tepki alabilirdim. Kulübede oturmuş dışarıyı izlerken gözüme bir elma ağacı takıldı. Ve o zaman gökyüzüne kavuşma formülümü buldum: Paris.
Kulübeden çıkmadan önce 2 tane elma almıştım. Biri Paris’i ikna edip dışarı çıkarmak için, diğeri de inme konusunda inat ederse kolaylaştırmak için. Son zamanlarda pek yanına uğrayamadığım için bana sinirliydi büyük ihtimalle. Derin bir nefes aldım ve Ahırlar’a girdim. Tam da tahmin ettiğim gibi Paris bana kızmıştı. Yanına yanaşmaya çalışırken toynaklarından birini karnıma yememek için iki metre havaya uçtum. Bu sefer daha temkinli yaklaştım ve elmalardan birini hafifçe cebimden çıkardım. Paris’in turuncu gözleri anında parladı. Tam üstüme geliyordu ki “Yavaş ol oğlum. Bu elma senin olacak ama önce sırtına binmeme izin vermelisin.” Dedim. İlk başta bunun işe yaramayacağını düşündüysem de sonunda Paris pes etti ve beni sırtına kabul etti. Tabii elmayı da elimi koparırcasına kapmayı ihmal etmedi.
Beş dakika sonra gökyüzünün serinliği yüzüme vururken havada uçuyordum. Pegasusum halinden memnun görünüyordu. Bir süre Kamp’ın etrafında dolandık ama bu ikimizi de sıktı. Ben de New York tarafına kısa bir geziye çıkmaya karar verdim. Paris’i o tarafa yönlendirdim. Sonra biraz dolaşmaya karar verdim ve Paris’i annemin bahçesine bıraktım. Umarım annem onu gördüğünde sinir krizi filan geçirmez. Daha sonra alışık olduğum yollarda yürüyerek eskiden arkadaşlarımla gittiğim McDonald’s’a gittim. Ve orada eski arkadaşlarım Tommy ve Annika’yı gördüm. En çok özlediğim hamburgeri alıp yanlarına gittim.
Tam 2 saat onlarla konuştuğuma inanamıyorum. Artık hava kararmıştı ve gitmem gerekiyordu. Güneş olmayınca her zaman bir parçam eksik gibi hissediyordum. Annem daha eve gelmemişti neyse ki. Ona bir mektup yazıp bıraktım ve beni gördüğü yerde öldürmemesi için yalvarmayı da ihmal etmedim. Paris huzursuzca ileri geri gidiyordu ve bana buz gibi gözlerle baktı. Galiba o da güneş battığı için bana kızgındı. Ama bu sefer ikna etmem zor olmadı çünkü bir an önce Kamp’a dönmek istiyordu.
Kamp’a az bir süre kalmıştı ki birden buz gibi bir çığlık sesi duydum. Arkamı döndüğümde bir Harpya’nın bana doğru uçtuğunu gördüm. Hemen Paris’in sırtına bağladığım çantadan oklarımı ve yayımı çıkardım ve kör atışlar yaptım. Galiba onu vurmuştum çünkü sesi kesilmişti. Ama biraz sonra sayılarını 3’e çıkarıp etrafımda dönmeye başladılar. Paris’in kulağına eğilip “Hadi oğlum, gösteri zamanı.” Dedim ve onu bir anda doğuya döndürdüm. İlk başta afallayan Harpyalar hemen arkasından peşimden uçtular. Bu sefer arkamı döndüm ve nişan alıp bir ok attım. Bir Harpya’yı tam boynundan vurdum ve o aşağı doğru düşmeye başladı. Diğer ikisi sinirlenip üstüme uçtular. Paris bunu hissedip hemen yukarı doğru uçtu. Ardından da aşağı uçtu. Bu sırada cebimdeki diğer elma yere düşmeye başladı ve Pegasusum bunu görünce hemen dalışa geçti. Birkaç okum aşağı düştü ama yine de diğer Harpya’yı da haklamayı başardım. Paris elmasının tadını çıkarırken Kamp’a ne kadar yaklaştığımızı fark ettim. Paris’i son gücünü kullanmaya zorladım ve Ahırlar’ın tam önüne indik. Diğer Harpya’ya ne olduğunuysa göremedim ama büyük ihtimalle sinirden kudurmuş bir vaziyette kardeşlerinin yanına dönmüştür, diye düşündüm.