Kampta ilk günümde, gezilip görülebilecek her yere götürmüşlerdi beni. Bir yer hariç, orasıda Ahırlar. Aslında Ahırları bir yerde görmüştüm ama... Şimdi yerini bulamıyordum ve ortada başıboş hayvanlar gibi sürekli ortada dolaşıyordum. O sırada at kişnemesi duydum. Muhtemelen bunlar pegasusların kişnemeleriydi, başka birşey olacak değil ya. Ağır ağır yürüyerek ahıra yaklaştım ve içeri girdim. Fazla muhabbete girmek gibi bir huyum olmadığı için görevliden kısa kesip ahırı turlama iznini koparmıştım. Şimdi sıra, o güzelim pegasusları görmekteydi.
Tek tek pegasusları incelerken iki yanıda boş ahırdaki, pencereden giren güneş ışığıyla parlayan altın sarısı renginde bir kürke sahip olan bir pegasus... Aslında büyüleyiciydi, ve bende büyülenmiştim... Gözlerinin renginin ela olması bile beni büyülemişti. ahırın kapısını açıp içeri girdim. İlk önce kanatlarını açıp sinirlenmişti. Bir süre göz teması kurup ona zarar vermeyeceğimi gösterdikten sonra yanına gittim ve elimi nazikçe sarı yelesi üstünde gezdirdim. Hoşuna gitmişe benziyordu açıkçası. Etrafıma baktım ve gördüğüm, üzerinde kocaman ve özensiz harflerle "Şeker" yazılmış torbaya doğru ilerleyip elimi daldırdım. Ardından pegasusa doğru uzattım. Zevkle elimdeki şekeri yedikten sonra onu sevmeye devam ettim. Ardından tatlı bir sesle ve yüzümdeki rahat gülümsemeyle "Bundan sonra senin adın Golden." dedim. Böylece benimde bi pegasusum olmuştu...