Olimpos Rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Olimpos Rpg

Percy Jackson ve Olimposlular ile Olimpos Kahramanları serilerinden esinlenilerek oluşturulmuş, zirvedeki rpg forum sitesi.
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Misafir
Misafir




Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Empty
MesajKonu: Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]    Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Icon_minitimePaz Ekim 31, 2010 8:46 pm

"İşte, başlıyoruz." dedim Lucy ile birlikte yeraltı dünyasına adımımızı attığımızda. Burası kesinlikle insanın içini ürperten bir yerdi. Binlerce ölünün yanında iki ölümlü olarak yolculuk yapmak da ayrı bir heyecandı tabii. Buraya daha önce de gelmiştim. Ve yeraltı dünyasının tanrısı Hades buraya bir daha gelmememi, aksi halde tüm dehşetiyle karşıma çıkacağını söylemişti. Ama görevimi tamamlamak için olan kararlığımın karşısında Hades bile duramazdı.
"Ee, bizim sevimli köpekcikle ne yapacağız?" diye sordum Lucy'e. Kastettiğim şey tabi ki yeraltı dünyasının bekçisi Cerberus'tu. Ama dev gibi, yarı saydam vücuduyla, insanı dehşet içinde bırakan birbirinden korkunç üç kafasıyla bu köpek sevimlilikten olabildiğince uzaktı.
"Cerberus'u mu kastediyorsun?" diye sordu şaşkınlıkla Lucy. "Galiba daha önce Styks'e hiç gitmedin?" Başımı hayır anlamında salladım. "Cerberus Hades'in krallığını korur, Styks Irmağı ise oranın içinde değil."
"İşte bu harika." derken rahatladığımı hissetmiştim. Geçen sefer zamanı yavaşlatma gücümü kullanarak ondan kurtulmuştum, ama henüz gece olmadığı için bu gücü şu an kullanmam mümkün değildi. O devasa köpekle tekrar karşılaşmayı hiç istemiyordum.
Kasvet verici bu karanlık yerde uzun bir yolculuk yaptıktan sonra "İşte, Styks Nehri." diye fısıldadı Lucy. Bu nehre gireceğimi mi söylemiştim ben?! Vazgeçmek için çok mu geç olmuştu acaba? Tüm cesaretimi toplamaya çalıştım. Bunu Olimpos için, arkadaşlarım ve ailem için, bu dünyadaki tüm sevdiklerim için yapmalıydım.
"Eğer başaramazsam görevi tamamlamaya çalış, olur mu?" diye fısıldadım Lucy'e, ve nehre doğru yürümeye başlayacaktım ki, biri sertçe tuttu kolumdan.
"Hey Adrian, ne yapıyorsun? Bu nehire girmek için iyi hazırlanman gerek, böyle bir anda hazırlıksız girersen hiç şansın olmaz." Kolumu bırakıp ne yapmam gerektiğini söylemek için ağzını açmak üzereydi ki...
"Beni dinlemeyeceğini biliyordum çocuk." diye kükredi hırıltılı bir ses. "Yakalayın onları, ve krallığıma getirin." Bu Hades'ti. Çok hazırlıksız yakalanmıştık. Hades basit bir büyüyle ikimizin de silahlarını düşürmüş, bir anda orada beliren yüzlerce iskelet savaşçı da kollarımızı kalın iplerle bağlayıp bizi etkisiz hale getirmişti. Sinirden öfke içinde küfürler ediyordum Hades'e. Bu onu daha da sinirlendirip beni oracıkta tuz buz etmesine sebep olabilirdi, ama umrumda değildi açıkçası. Hoover Barajı'nda belki de yüzlerce canavarı Hades'e yakalanıp görevi başaramamak için mi yenmiştik?! Ellerimiz bağlı bir şekilde Hades'in krallığına doğru ilerlerken Lucy'e baktım, pes etmiş gibiydi. Gözlerinde öfkeden çok bir hüzün ifadesi vardı. Ondan özür dilemeyi düşünüyordum ki, buna yüzüm olmadığını farkettim. Onun da benimle birlikte bu tehlikeli göreve katılmasına sebep olmuş, şimdi de aptallığım yüzünden yeraltı dünyasının tanrısına yakalanmıştık. Oysa beni uyarmıştı, tek başıma olsam bu riski almam belki sorun olmazdı. Ama Lucy'i nasıl böyle bir tehlikeye atmıştım ben? Birçok kez ölümle karşı karşıya gelmiş, ama asla pes etmemiştim. Kadere teslim olmamış, kendi kaderimi kendim yazmakta sonuna kadar diretmiştim. Ama bu kez kurtulmak için hiç şansım yokmuş gibi hissediyordum. Pes etmek böyle bir şey olsa gerekti.
"Buradan kaçmamız gerek." diye fısıldadı Lucy. Çevremizdeki iskelet savaşçılar bizi duyuyorlar mıydı, söylediklerimizi anlıyorlar mıydı bilmiyorum ama bunun çok da önemi yoktu. Ben bile ümidimi kaybetmişken Lucy'nin bunu söylemesi çok şaşırtmıştı beni. Ama aynı anda heyecanlandırmıştı da. Tabi ki kaçmamız gerekti, kendi hayatımı kaybetmek önemli değildi, ama en azından Lucy'nin buradan kaçmasını sağlamalıydım. Belki de yarım bıraktığım görevi tamamlayabilirdi, ne de olsa daha önce de Atlas ile karşılaşmıştı.
"Evet, ama nasıl?" dedim düşünürken. "Hades'e durumu açıklayıp bize yardımcı olmasını istesek mi dersin?" dedim çaresizlik içinde.
"Eminim bunu anlayışla karşılayacaktır." dedi gülerek. Eh, en azından en olmadık zamanlarda gülme alışkanlığımız devam ediyordu. "Merak etme, bir şeyler bulacağız, tabi bizi hemen öldürmezse. Tüm bu yolu Hades'e boyun eğmek için gelmedik ya?"
"İşte bu Lucy'i seviyorum." dedim gülerek. Sanırım konuşmaya daldığım için etrafımdakilere pek dikkat edememiştim. Karşımızda yükselen görkemli kaleye bakakaldım bir an. Bu Hades'in sarayı olmalıydı.
Gardiyanlarımız bizi sarayın en uç noktasında devasa bir kapıdan geçirdikten sonra kendimizi Hades'in karşısında bulmuştuk. Tam karşımızda üç taht vardı. En büyükleri olan ortadaki tahtta Hades oturuyordu, karanlık miğferinin odada oluşturduğu dehşeti vücudumdaki her hücre hissediyordu sanki. Onun yanındaki iki tahtta da Demeter ve Persephone olduklarını tahmin ettiğim iki tanrıça oturuyordu.
"Krallığıma hoşgeldiniz genç ve asi melezler." dedi Hades gülerek. Ama bu öyle bir kahkahaydı ki, bize asla merhamet göstermeyeceğini açıkça belli ediyordu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lucianna Fackrell
Athena'nın Çocuğu/Kulübe Lideri
Athena'nın Çocuğu/Kulübe Lideri
Lucianna Fackrell


Mesaj Sayısı : 4356
Kayıt tarihi : 22/08/10

Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Empty
MesajKonu: Geri: Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]    Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Icon_minitimeSalı Kas. 02, 2010 6:15 am

"Krallığıma hoşgeldiniz genç ve asi melezler." dedi Tanrı Hades. Ardından o içimi sıkıştıran kahkahasını attı. Hiç şansım olmadığını biliyordum ama yine de denemeye karar verdim, bir adım öne çıkarak konuşmaya başladım... "Stell ile krallığınıza daha önce de defalarca gelmiştim, hiç böyle bir muameleyle karşılaşmadım Sayın Tanrı." Bazen ben bile cesaretime hayran kalıyordum. Tamam, şöyle desek daha iyi olacak: fevri konuşmalarım yüzünden kendime hayret ediyordum! "Ama şu anda yanında kızımı göremiyorum, bu da seni gözümde başka bir melezden farksız kılıyor, Athena kızı." dedi Ölüler Tanrısı. En azından hala kim olduğumu hatırlıyordu. Yine de, hiç umudumuzun olmadığını hissediyordum. Biraz gerileyerek tekrar Adrian'ın yanına gittim. Onunla göz göze geldik ve kaşlarımı çatarak 'anlat hadi' bakışı attım. Belki -sadece belki- Hades sağ duyuya davetimize olumlu cevap verirdi...

Adrian gerginlikle boğazını temizleyerek söze başladı: "Ne için burada olduğumuzu size anlatmak istiyorum Tanrı Hades. Kronos tekrar-" Hades arkadaşımın sözünü keserken sıkıntıyla kıpırdandım... "Beni ilgilendirmiyor! Olimpos'u tehdit eden güçler artık umrumda değil! Siz, bu ukalalığınızı acısız bir ölümle ödeyemezsiniz, ömür boyu esirim olacaksınız. Şimdi, onları hücrelere götürün." Telaş içinde Adrian'a baktım, o da aynı dehşet ifadesiyle bana karşılık verdi. İki iskelet beni, iki tanesi de onu tutmuştu ve ömrümüz boyunca hapis kalacağımız o hücreye götürülüyorduk. Bir şeyler düşün Lucy, Athena kızısın sen! Kafamı patlatma pahasına olsa bile, bir çare bulmalıydım. Oraya girdikten sonra bir daha asla çıkma şansımız olmayacaktı, bunu biliyordum. En azından dışarıdan yardım almadan... Hışımla beni tutan iki iskelete rağmen arkamı döndüm ve Tanrıça Persephone'un gözlerinin içine baktım. O da bakışlarıma karşılık verdiği anda, zihnine bir mesaj gönderdim: "Lütfen... Lütfen bize yardımcı olun Tanrıça'm!"

İşe yarayıp yaramayacağını bilmiyordum, simsiyah taş duvarlı minik hücremize kilitlenirken içime çöken karamsarlık duygusu yüzünden, işe yaramasını ummaya bile korkuyordum. Çaresizlik... şimdi ikimizi de esir almıştı. Ben son bir umutla demir parmaklıklı minik pencereden kasvetli yeraltına bakmaya giderken, Adrian tek laf etmeden yere çöktü ve gözlerini sımsıkı yumdu. "Her şey bitti, başaramadık." dedi üzüntüyle. Ama onun sözleri bana güç vermiş, adeta içimdeki canavarı uyandırmıştı. "Hayır," dedim, "Henüz bunu söylemek için çok erken. Saatlerce kafa patlatmak zorunda kalsak da, bir çaresini bulup buradan kurtulacağız." Adrian bana, sözlerime inanmak istercesine baktı. Ben de içimde kıvılcımlanan cesareti güçlendirmek istercesine kafamı salladım. Şu yaşıma kadar öğrendiğim bir şey varsa, o da asla pes etmemek gerektiğiydi. Yine pes etmeyecektim, Adrian'ın umudunu yitirmesine de engel olacaktım. Çünkü zaten Hades'in istediği buydu; bizi mahvetmek. Mahvolmayacağız dedim kararlılıkla. Adrian, sözlerime cevap verirken adeta son düşüncemi de yorumladı: "Umarım... umarım dediğin gibi olur Lucy." Gülümsedim. "Öyle olacak." dedim. Çaresizlik tekrar ruhumu esir almadan uyumam gerektiğini düşünerek pencerenin kenarında yere çöktüm. Hazır boş oturan esirlerken, bir süre dinlenip Hoover Barajı'nın yorgunluğunu atmamız iyi olacaktı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Empty
MesajKonu: Geri: Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]    Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Icon_minitimeÇarş. Kas. 03, 2010 3:26 am

"Uyan Adrian... Hadi aç gözlerini cesur oğlum." Böyle güzel bir sesin sahibinin söylediğini yapmamak imkansızdı. Gözlerimi araladım. Bir sahilde buldum kendimi, dalgalar kıyıya vuruyordu usulca. Sahilde benden başka kimse yoktu. Ayağa kalkınca o güzel sesi bir kez daha duydum "Adrian..." Ama sesin nereden geldiğini anlayamıyordum. Belli bir yönden değil, dört bir taraftan, gökten ve yerin altından geliyordu sanki. Bir anda karşımda belirdi. Ortaya çıkan ışık gözlerimi yaktığından arkamı döndüm. Işık kaybolunca da kendimi onun yüzüne bakarken buldum. Bu Hades'in sarayında gördüğüm Tanrıça Persephone'du.
"Zamanım kısıtlı." dedi sakince. "O yüzden söyleyeceklerimi iyi dinle. Arkadaşın Lucy'nin bana gönderdiği zihin mesajını Hades de farketti. Bu yüzden size doğrudan yardım etmem mümkün değil. Ama yine de size bir şekilde yardımcı olabilirim. Her zaman bir çıkış kapısı vardır Adrian. Eğer bulabilecek kadar akıllıysan her zaman vardır. Ve bu kapının anahtarı da umuttur. Eğer umudunu kaybedersen bu kapıyı bulsan bile açamazsın. Görsen bile anlayamazsın... Daha fazla kalamayacağım, iyi şanslar diliyorum sana çocuğum."
Uyandığımda yine o karanlık hücredeydim. Lucy hala uyuyordu. Onu uyandırıp rüyamda gördüklerimi anlatmak istedim, ama içimden bir ses bu sözlerin anlamını kendim bulmam gerektiğini söylüyordu. Umudumu kaybetmemeliydim, işte bu benim yapıma uygundu. Sanırım bunu başarabilirdim. Eğer bulabilecek kadar akıllıysam... Hmm, bu konuda şüphelerim vardı, o Lucy'i uyandırma dürtüsünü yine hissettim içimde. Ama kararımı vermiştim, bunu kendi başıma yapacaktım. Öyle olması gerektiğini hissediyordum.
Tanrıçanın verdiği ipuçları beynimde dönüp dolanırken ben de karanlık hücrede dönüp dolanıyordum. İlk önce kapıyı kontrol ettim. Bunun herhangi bir şekilde açılması mümkün değildi ne yazık ki. Zemini yokladım, yine bir şey yoktu. Belki de karanlık olduğu için görmem gerekenleri göremiyordum. Ceplerimi yoklayınca Assassin's Heart'ın geri döndüğünü farkettim. Onu tekrar kılıç formuna çevirince loş bir ışık aydınlattı hücreyi. Bu ışığın yansıdığı duvarlara bakarken bir şey dikkatimi çekti. Duvara çizilmiş antik yunanca birkaç harf; "Περσεφόνη" (Persephone). Elimle dokundum yazıya, hiçbir şey olmadı. Hayal kırıklığına uğradığımı hissedebiliyordum. Ama vazgeçmeyecektim, aradığım şey bu olmalıydı. Kılıcımı kaldırıp tüm gücümle yazının ortasına sapladım. Normalde kırılması gereken kılıcım duvarı delip geçmişti. Duvarda oluşan boşluk gitgide büyüdü, ta ki bir insanın rahatça sığabileceği boyuta gelene kadar. "Teşekkürler tanrıçam." diye fısıldayıp Lucy'i uyandırdım. Gördüğüm rüyayı ve olan biten her şeyi anlattıktan sonra bir gülümseme yayıldı yüzüne.
"Bize yardım edeceğini biliyordum!" diye haykırdı sevinçle. "Sen de iyi iş çıkarmışsın."
"Ee şey, teşekkürler. Ama buradan çıkmamız gerek, biliyorsun değil mi?"
Açılan boşluktan dışarı çıktığımızda bir koridorda bir grup iskelet savaşçıyla karşı karşıya bulduk kendimizi. Ama onlar için kötü haber; bu kez silahlarımız yanımızdaydı. Zaten ölü oldukları için onları yok etmek oldukça zordu. Yine de hiçbir canavar aklın ve gücün birleşiminin karşısında duramazdı. Harika bir takım işiyle son iskeleti de parçalara böldükten sonra zindanlardan çıktık. Saray bomboştu, gece olmalıydı. Sarayın içinde bir sorun yaşamadık, ama Hades'in krallığından çıkana kadar karşımıza daha çok sayıda canavar çıkacağını biliyordum. Ve hepsinden önemlisi Cerberus bizi bekliyor olacaktı. Onu da aşabilirsek geriye en kolay kısmı kalıyordu. Styks Nehri'ne girip hayatta kalmaya çalışacaktım!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lucianna Fackrell
Athena'nın Çocuğu/Kulübe Lideri
Athena'nın Çocuğu/Kulübe Lideri
Lucianna Fackrell


Mesaj Sayısı : 4356
Kayıt tarihi : 22/08/10

Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Empty
MesajKonu: Geri: Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]    Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Icon_minitimePerş. Kas. 04, 2010 8:38 am

Uyumak için bir kenara kıvrılıp yattığım zaman, gözlerimi açtığımda karşımda bir çıkış kapısı bulacağımı hayal dahi edemezdim. Adrian'ın anlattıkları üzerine adeta sevinç sarhoşu olmuştum -hatta iskeletler bile bu durumu değiştirememişti- demek, Tanrıça Persephone çağrıma kulak asmıştı ve ortağım zekice, geçidi açmayı başarabilmişti. Yine de daha her şey bitmemişti, aksine henüz yeni başlıyorduk. Motivasyonumuz çok yüksekti ve bu nedenle sık sık kendime saraydan çıkmış olmamıza rağmen hala Hades'in krallığında olduğumuzu hatırlatmam gerekiyordu. Eh, anlaşılan kimsenin bize bunu unutturmak gibi bir çabası da yoktu. Hızla sevgili dostum Kerberus engelini geçmek için krallığın çıkışına doğru koşmaya başlamıştık ama henüz birkaç dakika olmamışken,
cehennem tazıları tarafından etrafımız sarıldı. Adrian'a hızlı bir bakış attım ve sonra hızla sevimli köpekleri katletme uğraşına giriştik. En az yedi taneydiler ve hepsiyle aynı anda uğraşmaya çalışıyorduk. Hakkını vermeliydim, Adrian gerçekten de bu konuda başarılıydı ama tazılar benim için fazla büyüklerdi. Başka bir yola başvurmam gerektiğini anladığımda, henüz sadece iki tanesini haklayabilmiştik ve başkaları da arkadaşlarına yardıma gelmekteydi. "Beni koru, çantamdan bir şey almam gerekiyor." dedim Adrian'a, bir an belli belirsiz bir şekilde makyaj malzemesi tarzında bir eşya kastettiğimi düşündü, sonradan annemin Tanrıça Afrodit olmadığını hatırlayarak başını olumlu anlamda salladı ve önüme geçerek kendini tazılara siper etti.

Bundan nefret ediyordum, birkaç gündür güçsüz düştüğüm ve fazla stres yaşadığım için beynimin kalkan sistemi çökmenin eşiğine gelmişti, engellemeye çalıştığım halde ara sıra Adrian'ın zihnini duyabiliyordum. İçinde bulunduğumuz duruma rağmen Ölüler Diyarı'nda olduğumuz için şanslı olduğumu düşündüm; ruhların zihinlerini algılayamadığımdan, etrafta bir sürü dağınık düşünce ile cebelleşmiyordum en azından. Fazla vaktim olmadığını bildiğim için hızla çantamı karıştırmaya koyuldum, en sonunda aradığım şişeyi buldum: Hidra zehriyle dolu olan minik cam şişe. Hemen çantamı yere fırlattım ve şişenin kapağını açarak içindekinin yarıya yakınını kılıcıma döktüm. Sonra Adrian'ın da aynısını yapabilmesi için minik şişeyi eline tutuşturdum ve ne olduğunu anlayamasa da onu kılıcına boşalttı. İşe yarayacağını bilmeme rağmen denemek için kılıcı en yakınımdaki tazının çenesi olduğunu tahmin ettiğim bir yerine sapladım. Zehir hemen etkisini gösterdi, tazı ufacık bir sıyrık almış olmasına rağmen toz bulutuna dönüşerek yok oldu. Sırıtarak bir sonraki tazıya doğru gitmeye başladım, bu sırada Adrian'ın "Nedir bu?" sorusuna, "Asla tenimize temas etmemesi gereken, mücizevi bir zehir." cevabını verdim. Ares oğlu parçaları birleştirmekteydi, az sonra zehrin sahibinin Hidra olduğunu anlayacak gibiydi. Cehennem tazılarıyla uğraşırken Adrian'ın beyninden gelen uğultuları hayal meyal duyuyordum fakat sonra, tabloya birkaç tane zihin gücü daha eklendi. Telaşla kafamı kaldırıp etrafa baktım, Hades'in sarayından bu tarafa doğru yaklaşan gölgeleri pek net olmasalar da seçebiliyordum. Adrian da neye baktığımı görmek için başını o tarafa çevirdi ve seslice yutkunarak "Kaçtığımızı fark etmiş olmalılar, burada çok fazla zaman geçirdik!" dedi. Hışımla çantamı yerden kaptım ve tazıların arasında bulduğum boşlukları kullanarak oradan kaçmaya başladım, Adrian da benim gibi aralıklardan süzülmekle uğraşıyordu. En sonunda bunu başardığımızda, gölgeler daha da yakınımıza gelmişlerdi. Korkuyla Adrian'a bakarak "Koş!" diye bağırdım, bir talimata ikimizin de ihtiyacı yoktu zaten.

Kendimizi kaybetmiştik adeta, tüm gücümüzle buradan çıkmaya çabalıyorduk. Sonra tam önümüzdeki devasa yaratığa toslamadan önce omzunu kavrayarak Adrian'ı durdurmayı başarabildim. Arkası bize dönük olan bu devasa köpek, Kerberus'tu. Yeraltının kapılarının yenilmez bekçişi... Ama bende onu oyalamaya yarayacak bir yol vardı. Adrian'a yakınlardaki meyve ağaçlarını gösterdim ve anında aklındaki düşünceler yüzünden bunu sesli söylemiş olmayı diledim. Dayanamadım ve "Hayır, aklımı kaybetmedim ve onları yemeyi düşünmüyorum. Sadece birkaç tanesine ihtiyacımız var, onları top olarak kullanarak Kerberus'u oyalayacağız!" dedim. Şu dakikaya kadar zihninde gezindiğimden bihaber olan arkadaşım refleksif bir şekilde benden birkaç adım geriledi. "Ah, harika!" diye mırıldandım Adrian kısa bir tereddütün ardından ağaçlara doğru koşmaya başladığında, "Kasıtlı olarak yaptığımı düşünüyor." Bu yeni kazandığım kötü imaj sinirlerimi bozmuştu ama şimdi düşünmem gereken daha acil bir mesele vardı; örneğin evrenin en devasa köpeğine bir fino muamelesi yapmak ve onu yasak meyveleri top sanması için kandırmaya uğraşmak gibi. Adrian döndüğünde tek kelime etmeden birkaç nefis görünen elmayı elime tutuşturdu. Ağzım sulanmıştı ama karşımdaki 'bu kadar da embesil olamazsın!' bakışlarına aldırmayıp onları tadacak değildim. Yani... bunu yapabilirdim; o sırada Adrian zehre bulanmış kılıcını Kerberus'un ayağına tüm gücüyle saplayıp "Hey, minik pire torbası! İşte buradayım!" diye bağırmasaydı. Kerberus sızlayan ayağına bakmak için başını çevirip gözleri Adrian'ınkileri bulduğu zaman, "Şey... sanırım daha önce hiç evcil hayvan beslemedin." dedim dudağımı bükerek. Dev köpek çok sinirlenmişti ve kırmızı pelerin görmüş bir boğa gibi Adrian'a kenetlenmişti, her an tek ve ölümcül darbesini indirebilirdi ve yiğit Ares çocuğundan geriye püre kalıntılarından başka bir şey kalmazdı. İlgi çekmeye çalışarak boğazımı temizledim ve Kerberus'a hitaben "Benimle biraz oyun oynamak ister misin tatlı şey?" diye sordum. Sesimi insancıl tutmak için çok fazla çaba harcamama rağmen dev köpeğin bakışları yüzüme, oradan da elimdeki meyvelere yöneldi. Arkadan yaklaşan düşüncelerin yoğunluğunu daha güçlü hissetmeye başlamıştım ve fazla vaktimiz olmadığını anlamak için Athena kızı olmama gerek yoktu. Elimdeki elmalardan birini Kerberus'a fırlattım, biraz eğilmesi gerekti ama başarılı bir şekilde onu havada yakaladı ve afiyetle yuttu. Gülümseyerek diğer elmayı atıyormuş gibi yapmaya başladım, bir yandan da hala beni kırgın bir ifadeyle süzen Adrian'a gitmesini işaret etmek için kaşlarımı oynatıyordum. Mesajım kısa sürede anlaşıldı ve dikkat dağıtmaktan ödü kopan Adrian -büyük ihtimalle beni test etmek için- zihninin içinden konuştu: "Sen burada mı kalacaksın?" Onu duymazdan gelerek hayatlarımızı riske atamazdım, bu sefer ben onun zihnine bir mesaj gönderdim: "Ben de hemen arkandan geleceğim ama sen hemen gitsen iyi olacak, yaklaşıyorlar. Bu arada... düşüncelerini isteyerek dinlemiyordum." İçinde bulunduğumuz durumda bir meseleyi çaplıca tartışmak gibi bir imkanımız yoktu, Adrian anlayışla kafasını salladı ve elinden geldiğince az ses çıkararak Kerberus'un etrafından dolanmaya başladı. O kadar fazla stres yüklenmiştim ki, her an patlayabilirdim. Karşımdaki dev köpeğin yapacağı ani bir hareket, dostumun hayatına mal olabilirdi, onu yeterince iyi kontrol edemezsem kaçmama izin vermeyebilirdi ve arkamdaki kafile benden önce Styks Irmağı'na gitmekte olan Adrian'ın karşısına çıkabilir, onu tekrar esir alabilirdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Empty
MesajKonu: Geri: Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]    Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Icon_minitimePerş. Kas. 04, 2010 10:08 am

"Ben de hemen arkandan geleceğim ama sen hemen gitsen iyi olacak, yaklaşıyorlar. Bu arada... düşüncelerini isteyerek dinlemiyordum." Ona inanmalı mıydım bilmiyorum. Bu düşünce okuma işi gerçekten sinirlerimi bozmuştu, bazı şeyler kişiye özeldir sonuçta. Düşüncelerimde başka neler duymuştu acaba? Bunu düşünmek bile istemiyordum.
Cerberus'u atlattıktan sonra Lucy'i beklerken aklımdan bunlar geçiyordu. Koşarak yanıma geldi, soluk soluğaydı. Tam bir şey söyleyecekti ki, "Vakit daralıyor. Gitmemiz lazım." diyerek konuşmasına engel oldum, ve Styks Nehri'ne doğru hızla yürümeye başladık. Yaptığım kabacaydı biliyorum ama, ona kırılmıştım. Düşüncelerimi isteyerek dinlemediğini söylemişti gerçi, ben de ona inanıyordum. Ama yine de rahatsız ediyordu bu beni. Aklımdan geçen her şeyi bilmesini istemiyordum. Şu an da bu düşüncelerimi anlayabiliyor muydu acaba? Demek ona bu yüzden 'Zihindeşen' diyorlardı. Bu lakabın anlamını hiç düşünmemiştim daha önce.
"İşte Styks Nehri." diye fısıldadı Lucy. Sanki su değil asitle doluymuş gibi fokurduyordu nehir. "Adrian, ilk önce annenden izin alman gerekiyor bunu yapman için. Ama New York'a gidip geri dönmek için yeteri kadar vaktimiz yok, ona bir iris mesajı göndermeliyiz."
"Bunu nasıl yapacağını biliyorsun sanırım?" diye sordum usulca. Ses tonumda ne coşku, ne heyecan, ne korku, kısaca hiçbir duygudan eser yoktu. Bunu o da farketmişti.
"Evet." dedi o da aynı duygusuz ses tonuyla. "Tanrıça iris, adağımı kabul et. Manhattan... Penelope Black'in evi lütfen." diyerek bir drahmi attı Styks Nehri'ne. 'Manhattan' dedikten sonra bir süre duraksamıştı, annemin adını bilmediğini hatırlayıp ben de düşüncelerimle ona söylemiştim bunu. Düşünce aracılığıyla konuşmak daha iyi gibiydi, böyle en azından ses tonum ona olan kırgınlığımı ele vermiyordu.
Birkaç saniye sonra su dalgalanmaya başladı, nehrin kenarında küçük bir daire oluşmuş, buradan annemin dairesi görünüyordu. "Anne!" diye haykırdım onu görmenin verdiği sevinçle.
"Adrian! Bu da neyin nesi böyle? Sen gerçek değil misin?" Annem tamamen afallamıştı.
"Hayır anne. Bu bir iris mesajı, yani senin anlayacağın bir ilüzyon. Dinle, çok az zamanım var. Sana bir şey söylemem gerekiyor."
Ona planımızdan, yapmak üzere olduğum şeyden bahsettim. Ve bunu yapmak için ondan izin almam gerektiğini. Onu ikna etmek zor oldu, ama eğer bunu yapmazsam sonsuza kadar yeraltında kalabileceğimi söyleyince yumuşadı biraz. İstemeyerek de olsa "Peki oğlum, sana izin veriyorum." diyebildi. Ona bu acıyı yaşattığım için çok kötü hissediyordum, ama başka seçeneğim yoktu.
"Ee, sırada ne var?" diye sordum Lucy'e.
"Sadece bir şey kaldı. Bu en önemli kısmı Adrian, lütfen aklındaki her şeyi unut ve tüm konsantrasyonunu buna ver. Styks Nehri'ne girince ölümsüz olacaksın, ama hayatta kalabilmen için ölümlü hayatından tamamen kopmaman gerekiyor. Öyle bir şey seçmelisin ki, bu şey seni hayata bağlasın."
"Bu kadar mı?" diye sordum şaşırmamış gibi yaparak.
"Son bir şey, aşil noktanı seçmen gerekiyor. Bunu dikkatli seçmelisin, darbe al..."
"Aşil noktasının ne demek olduğunu biliyorum, teşekkürler Zihindeşen." diyerek sözünü kestim. Ne kadar kırgın veya öfkeli olursam olayım ben kimseye böyle davranmazdım normalde. Bana ne olmuştu böyle? Birazdan yapacağım şey yüzünden miydi acaba?
İyice düşünmem gerekiyordu şimdi. Aşil noktası vücudumun savaşlarda ulaşılması zor olan bir yeri olmalıydı, darbe almamın zor olduğu bir yer. Ama ne yazık ki düşünecek fazla vaktim yoktu. Alelacele bir karar vererek sağ ayak bileğimin arka tarafını seçtim. Buraya kılıç darbesi gelmesi neredeyse imkansızdı, ancak çok usta bir okçu beni o noktadan vurabilirdi. Ama kimse zayıf olduğum noktayı bilmeyeceği için bu fazla sorun olmayacaktı. Şimdi ise işin zor kısmı vardı, beni ölümlü hayatıma bağlayan bir şey bulmak. Bunun daha zor olacağını tahmin ediyordum, ama düşününce aklıma tek bir şey geldi; dostlarım. Melez Kampı'nı düşündüm. Maria, Sere, Lia, Sat, Mia, Amanda, Lucy ve daha niceleri, hatta Jess bile. Beni bu hayata bağlayacak tek şey onlar olabilirdi.
"Tamamdır, ikisini de seçtim. Artık nehre girebilirim değil mi?" diye sordum Lucy'e. Evet anlamında başını salladı, ama ters giden bir şeyler vardı sanki. Uzaklardan ayak sesleri geliyordu, gittikçe artan sesler.
"Bu Hades'in ordusu." dedi Lucy üzgün bir ifadeyle. "Adrian, nehre girmen gerek. Ben onları oyalarım." Ne saçmalıyordu bu kız böyle? Koca bir orduyu nasıl oyalamayı düşünüyordu? Ama söylediği şeyde haklıydı, eğer nehre girmezsem ikimiz de burada ölecektik nasıl olsa. Ama ya ben çıkana kadar -tabii çıkabilirsem- dayanamazsa? Onu öylece bırakamazdım. Kolumdaki saati çıkarıp ona uzattım.
"Lucy, ben nehre gireceğim. Bu saati kullan, tuşuna bas ve tüm zihin gücünle karşıdaki canavarlara odaklan. Bu onları yavaşlatacaktır bir süre. Ve ne olur, ne olur ben geri dönene kadar pes etme. Mutlaka çıkacağım o nehirden." Gözlerim dolmuştu, Lucy'nin de öyle. Vakit kaybetmemeliydim daha fazla, hızla koşup bir anda kendimi nehre attım. Tüm bedenimin erimeye başladığını hissedebiliyordum...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lucianna Fackrell
Athena'nın Çocuğu/Kulübe Lideri
Athena'nın Çocuğu/Kulübe Lideri
Lucianna Fackrell


Mesaj Sayısı : 4356
Kayıt tarihi : 22/08/10

Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Empty
MesajKonu: Geri: Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]    Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Icon_minitimeCuma Kas. 05, 2010 8:59 am

O hıçkırık sesini kimin çıkardığını anlamak için etrafıma bakındım ama çok geçmeden sahibini uzakta aramamam gerektiğini fark ettim, gözlerimden yaşlar boşalırken boğazımda düğümlenen hıçkırığa engel olamıyordum, karşımda devasa bir ordu varken bunu önemsediğim de pek söylenemezdi. Tüm düşüncelerim Adrian'la doluydu, nehre girdiği andan itibaren o çok sinir olduğu şeyi yapamaz -yani düşüncelerini okuyamaz- olmuştum. Bu beni endişelendiriyordu ama, yaklaşan ordunun arkalarında üzerime doğru gelmekte olan Tanrı Hades'i hissettiğim anda, şu ana kadarki stresimin hiçbir şey olduğunu anladım. Telaşla elimdeki saate baktım, nasıl kullanmam gerektiğini bilmiyordum ama denemekle kaydeceğim bir şey de yoktu. Yanındaki küçük tuş dikkatimi çekti, derin bir nefes aldıktan sonra tim dikkatimi karşımdaki canavarlara odaklayarak ona bastım. Anında etrafa alev şeklinde kırmızı bir ışık hakim oldu, elimdeki saat bir dakikadan geriye kalan süreyi gösteren bir kronometreye dönüştü. Bir dakika... devasa orduyla karşı karşıya gelmeden önce yalnızca bir dakikam vardı. Telaşla köpüren nehir sularına baktım, içinde Adrian'ın olduğunu gösteren bir iz aradım ama nafile, ondan eser yoktu. Titrek bir nefes alarak önceden benim de bu nehre girmiş olduğumu hatırladım, sonuçta gücüm artık çok taze olmasa da normal bir savaşçıya göre avantajlıydım. "Beni Ölüler Tanrısı'nın ordusundan kurtaracak kadar avantajlı değil." diye mırıldandım. Sürenin dolmasına 10 saniye kalmıştı, duruşumu dikleştirip doğrudan iskelet adamlara ve arkalarındaki nice ilginç yaratığa bakmaya başladım, sağ elimde kılıcım Nefesalan, sol elimde kalkanım Aegis vardı ve zihinsel gücüm kalkanlarını kaybetmiş olsa da formundaydı, korku ve hırs bana tuhaf bir şekilde güç veriyordu sanki.

Kronometre sıfırı gösterip tekrar saat halini aldığında, gözlerimi kısarak üzerime doğru gelen orduya doğru yürümeye, aradaki mesafeyi kapatmaya başladım. "Belki öleceğim, ama Tanrıça anneme ve tüm sevdiklerime yardım etmek uğruna." dedim, hala Adrian'ın çıkmasını umarak nehre bakışlar atıp duruyordum. Eğer o başaramazsa, ben karşımdaki güçlere yenilirsem, yani ikimiz de hiçliğe karışırsak, asla huzur bulamayacağımızı biliyordum çünkü çok mühim bir görevi yarım bırakmış olacaktık. İşin kötüsü bunu devam ettirecek kimse yoktu çünkü kamptan kimseye nereye gideceğimizi söylemeden ayrılmıştık... Ordunun komuta görevini üstlenmiş olan Furia'ya bakarak gülümsedim ve "Görüşmeyeli uzun zaman oldu." dedim. Furia, sinirli bir mırıltı sesi çıkardı ve bu tepkisi üzerine, aynı anda yüzlerce metalin birbiriyle temas etmesi gibi bir gümbürtü çıkaran iskelet ordusu, üzerime hücuma geçti. Ne yaptığımı hiç düşünmeden çantamdaki bir şişe nektarı alıp etrafımda daire çizecek şekilde yere döktüm, ilk iskelet bana bir kılıç darbesi indireceği sırada da şans eseri yanıma almış olduğum kibritlerden birini çakarak yere attım ve etrafımın alev almasını sağladım. İskeletleri kılıç darbeleriyle haklamak için vakit harcayacak değildim. Yeterli olduğunu düşündüğüm bir süre boyunca alevlerin düşmanı esir almasına izin verdim. Tam onları nasıl söndüreceğimi düşünürken, ordudaki yaratıklardan biri imdadıma yetişti ve etrafıma fazla miktarda su dökerek sorunu halletti. Hemen Aegis'i kaldırarak kendime siper ettim, suyu aldığı kaynağın Styks Irmağı olduğundan emindim ve hafızamı kaybetmek için ideal bir durumda olduğum söylenemezdi. Hırsla cehennem tazıları ile -kelimenin tam anlamıyla- güreşmeye başladım, kılıcımdaki Hidra zehri hala iş görüyordu. Bu esnada bir yandan da kontrol edebileceğim kadar fazla zekaya sahip olan yaratıkları -mesela bana hırlayan furiayı- zihinsel acıya mahkum ediyordum, onların attığı her çığlıkla suratımdaki sinsi sırıtma daha da büyüyordu. Çok ağır olmasa da yaralanmıştım, kolumun teki zaten pis bir empusa yüzünden yaralanmış ve hala iyileşememişti, şimdi sol ayak bileğimin de kırıldığından şüpheleniyordum.

Yanıma aldığım diğer yararlı eşyaları düşünürken, aklıma Hayaletler Tanrıçası Melinoe'nin broşu geldi. Ezilip harap olmuş çantama ulaşmayı başardım ve içinden broşu çıkararak onu yakama taktım, sonra da üzerindeki yakut taşı üç kez okşadım. Aklıma sihirli lamba esprisi geldi ve gülümsememe engel olamadım, bu sırada etrafım saydam ruhlarla dolmaya başlamıştı. Savaşın başından beri sessizliğini koruyan Tanrı Hades'in beyninde ani bir fişek çaktığını hissettim; hayaletler broşun sahibinin emirlerini yerine getirirlerdi ve doğrudan Ölüler Tanrısı'na bağlı olmadıkları ve Melinoe'nin bunu bana kendi rızasıyla vermesi nedeniyle de, onları yeraltındaki en heybetli güç bile etkisiz hale getiremezdi. Zevkten dört köşe olmuştum, hayaletler sadece korku salıp dikkat çekme işine yaramalarına rağmen sayılarının çokluğu nedeniyle fazlaca iş görüyorlardı. Ben de boş durmayıp öldürdüğüm bir canavardan hemen diğerine geçiyordum, şansımın dönmesine ne kadar kaldığını bilemezdim. Tanrı Hades o kargaşanın arasında bana yaklaştı ve doğrudan gözlerime bakabileceği kadar yakınıma gelince durdu. Çevremdeki tüm canavarlar da onun varlığını hissetmeleri üzerine benimle boğuşmayı bırakmışlardı. Hala deli gibi çırpınan tek kişi olduğumu fark ederek, istemeye istemeye ben bile durdum. Tanrı'nın ufak bir hareketiyle kılıcım ve kalkanım yere düştü, bileklik hallerini aldılar. Donup kaldığımı hissederek kıpırdamaya çalıştım fakat başaramadım, bir heykel gibi hareketsiz kalmıştım. Korkuyla değil, kibirle ve gururla Hades'in bakışlarına karşılık vererek, "Hala formumdayım, değil mi?" diye sordum. Belli belirsiz bir sinir bozucu gülümsemenin ardından Tanrı sorumu cevaplamak yerine bana yeni bir tane yöneltti: "Arkadaşın olacak melez nerede?" Bu andan itibaren tiyatro yeteneğim ve zihin gücümle birleştirdiğim ikna kabiliyetim işin içine giriyordu. Hafif bir titreme eşliğinde gözlerimin yaşlarla dolmasına izin verdim ve aksi için her saniye dua ediyor olsam da fısıltıdan farksız bir sesle, "O... öldü." dedim. Memnuniyetle gerileyen ve arkasını dönen Hades, ordusuna hitaben hafif bir kahkahanın ardından "Götürün onu." dedi ve iki iskelet adam beni kollarımdan yakalamış o lanet olasıca saraya doğru sürüklerken, karanlığın içinden gözden kayboldu. O gün, ilk defa gerçekten tam anlamıyla umutla dolmuştum: o gittikten birkaç saniye sonra yeni bir zihin gücü ortamı aydınlatmaya başlamıştı. Yiğit arkadaşım Ares oğlu Styks Irmağı'ndan çıkmıştı ve beni kurtarmaya geliyordu!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Misafir
Misafir




Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Empty
MesajKonu: Geri: Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]    Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]  Icon_minitimeCuma Kas. 05, 2010 7:00 pm

Tüm bedenimin erimeye başladığını hissedebiliyordum. Bir yanardağın içine atlamak gibiydi bu, onu da hiç denememiştim gerçi ama bundan kötü olabileceğine ihtimal bile vermiyordum. Hislerim yok olmuştu. Duyularım yok olmuştu. Duygu ve düşüncelerim? Artık onlardan eser yoktu. Nefes alamıyor olmam da çok sorun değildi, daha başka önceliklerim vardı şu anda. Ruhum bedenimden ayrılıyordu sanki. Ölmek böyle bir şey miydi acaba? Keşke savaşarak ölseymişim, bu kadar acı verici olmazdı en azından.
"Bana döneceğini söylemiştin." diye fısıldadı bir ses. Bu Lucy'ydi. Benim görevi tamamlayabilmem için kendi hayatından vazgeçebilecek kadar cesur olan arkadaşım. "Ben pes etmedim, ama sen ne çabuk vazgeçtin her şeyden?" Bu sözler kalbime bir bıçak gibi saplandı. O ana kadar hissettiğim tek şey bedenimin yandığıydı, ama şimdi başka bir şey daha hissediyordum; utanç. Ruhum da yanıyordu artık alev alev. Arkadaşım Lucy'i yüzüstü bırakıp gidiyordum. Bunu yapamazdım.
"Odaklan, hayatta kalmak için ihtiyacın olan şeye odaklan." dedi başka bir ses. İnanmak çok güçtü ama bu ses Jess'e aitti. Yani kamptaki en büyük düşmanıma. Eğer o bile hayatta kalmamı istiyorsa, bana yardım etmek istiyorsa... Ben nasıl bırakıp gidebilirdim onları? Odaklanmalıydım, ama neye? Neye ihtiyacım vardı ki? Cevabı çok uzaklarda aramaya gerek yoktu, bunu zaten nehire girmeden önce seçmiştim.
Dostlarımın yüzlerini getirdim aklıma birer birer, hepsini duyar gibi oluyordum. Bana söyledikleri sözler acımı dindiriyor, hayatta kalmak için çabalamama sebep oluyordu. Pes etmeyecektim, dostlarım için. Yanma hissi azalıyordu sanki, ve bir güç beni yukarı doğru çekiyordu. Tam artık daha fazla nefes alamayacak duruma gelmiştim ki, aniden su beni dışarı fırlattı.
Gözlerimi açtığımda artık nehrin içinde olmadığımı anladım, başarmıştım. Bir işe yarayıp yaramadığını bilmiyordum gerçi, ama bunu denemek için önümde harika bir fırsat vardı. Arkamı dönünce Hades'in ordusunun hala orada olduğunu, ve iki savaşçının Lucy'i kollarından tutmuş götürmekte olduklarını gördüm. Kimse benim arkadaşıma zarar veremezdi! Kılıcımı kaldırıp bağırarak onlara doğru koşmaya başladım. Hades'in ordusundan oklar ve mızraklar atılıyordu bana, ama hiçbiri bana isabet etmiyordu. Aşil'in laneti gerçekten işe yarıyordu demek. Lucy'nin kollarından tutan iki iskelet savaşçıyı tek bir hamlede parçalara ayırıp Lucy'nin serbest kalmasını sağladım. Ona söyleyecek çok şeyim vardı, ama bunlar beklemek zorundaydı. Daha önce yenmemiz gereken bir ordu vardı. Lucy'nin silahları da geri dönmüştü, hemen canavarları doğrama işine girişti. Ben ise tamamen bilincimi kaybetmiştim, kılıcımı dört bir tarafa hızlıca savuruyor, vuruşlarımın bir canavara isabet edip etmediğini bile anlayamıyordum. Öyle bir hızla savaşıyordum ki, düşman ordusundan kimse bana yaklaşamıyordu bile. Birkaç dakika sonra canavarların yerlerinde yeller esiyordu.
"Sanırım Hades'in ordusu bu kadarmış." dedim Lucy'e gülerek. O da gülümsedi ve bana doğru yürümeye başladı. Sıkıca sarıldık birbirimize, "Lucy, nehirde bir an kendimi kaybettim. Pes etmiştim, vazgeçmiştim geri dönmekten. Seni burada tek başına bırakacaktım neredeyse. Gerçekten özür dilerim." dedim.
"Styks sıradan bir nehir değil, bu tür şeylerin olması normal Adrian. Geldin ya sonuçta, sana minnettarım." Her zaman böyle anlayışlı olmak zorunda mıydı bu kız? Böyle daha çok suçlu hissediyordum nedense.
"Asıl ben sana minnettarım, eğer bu göreve benimle birlikte gelmeseydin asla buralara kadar gelemezdim. Asla başaramazdım."
"Yapmam gerekeni yaptım, biz arkadaşız değil mi? Sen de benim için aynısını yapardın." Haklıydı bu konuda. Ben birkaç saniye duraksayınca o da gülümsemeye başladı. "Bildiğim kadarıyla önümüzde gidilmesi gereken karanlık bir dağ, yenilmesi gereken bir titan ve kurtarılması gereken bir tanrıça var. Ne bekliyoruz öyleyse?" diye devam ettirdi Lucy. Yine son derece haklıydı. Bu kasvetli yeraltında gereğinden fazla kalmıştık.
"Haklısın, hadi çıkalım şu cehennemden. Othyrs Dağı bizi bekliyor." dedim ve kararlı adımlarla yeraltı dünyasının çıkışına doğru yürümeye başladık.

(Styks Irmağı kısmı bitmiştir.)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Styks Irmağı) [4]
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Styks Irmağı.
» Kardeşimle Styks Irmağı!
» Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Hoover Barajı) [2]
» Titan Atlas'ın Kaçışı / Kurgu 1. (Othyrs Dağı) [5]
» Styks Suyu

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Olimpos Rpg :: Yeraltı Dünyası :: Styks Irmağı-
Buraya geçin: