Kulübede otururken Luke yanıma geldi. Kendini koltuğa atıp "Naber kardeş?"dedi. İyiyim diye geveledim. Halbu ki hiç iyi değildim! Canımı canavarlardan kıl payıyla kurtarıyordum. Gerçi şu Central Park'ta başıma gelenleri düşünecek olursak... O %40'lık şansım bile uçuyordu. Televizyon izleyen Luke'a dönüp "Luke, beni eğitir misin? Daha doğrusu bir kaç hareket gösterir misin? Aramızda en kıdemli sensin."dedim. Her ne kadar bunu ona karşı söylemek biraz can sıkıcı olsada, gerçek buydu. Kumanda elinde, kanalları değiştirirken "Olabilir. Bundan çıkarım ne olacak?"dedi. Gülmeye başlayıp "Bak ahbap sana 'kıdemli' dedim. Benden daha fazlasını bekleme."diyip gülmeyi kestim. Bir süre beni süzdükten sonra "İyi öyle olsun. Genede bir PSP oyunu falan iyi giderdi. Neyse, birazdan Kano Gölünde ol."diyip ayağa kalktı. Nereye gidiyorsun dememe fırsat kalmadan gitmişti. Luke'u bazen kıskanmıyor değildim. Onun saniyede alacağı mesafeyi ben 5 dakikada alacaktım. Uflayarak ayağa kalkıp kulübeden çıktım. Kano Gölüne vardığımda kimse yoktu. Birkaç saniye sonra arkamda Luke belirdi. Bir elinde zırh, diğerinde de dondurma tutuyordu. Zırhı bana attı "Giy bunu."diyip dondurmasını ambalajından çıkardı. Sessizce ona 'obur' dedim. Zırhı üstüme geçirip belimden sarkan Excalibur'u kınından çıkardım. Luke anında başını iki yana sallayıp "Kılcı çıkarırken biraz artislik yapmalısın."dedi ve bana nasıl olacağını gösterdi.