İkinci oyunun da bitmesiyle sırada muhteşem ve zorlu üçüncü oyun vardı. Benim için zorlu iki oyun geçirdikten sonra üçüncü oyun pek önemli değildi. Onun için hiç kasmadan sabahleyin uyandım. Rahat rahat üzerimi giyindim. Hafif bir makyaj yaptıktan sonra da odamdan çıktım. Kardeşlerim bu sefer uyanıktı ve bana cesaret vermeye başladılar. Bunların hiçbirine gereksinim yoktu çünkü hem cesaretim yerindeydi hem de kardeşlerimin arkamda olduğunu çok iyi biliyordum. Dediklerini aklımda tutarak kulübemden çıktım. Babam tüm kampı acımadan kavuruyordu. Tam dondurma yenilecek bir hava vardı. Ancak beni zorlu bir oyun bekliyordu. Kamp halkının yanından ağır ağır geçerken herkes bana iyi şanslar diliyordu. Hepsine teşekkür ederek yürüyordum ama söyledikleri bana çok saçma geliyordu. Tanrıların oyununda iyi şans olmazdı ki. İki oyunda da pek şansım yaver gitmemişti. Bu oyunda da beni şansızlıkların karşılamasını bekliyordum. Kamp meydanına doğru etrafı izleye izleye gidiyordum. Aklımdan oyunla ilgili hiçbir şey düşünmüyor, sadece oyundan sonra ne yapacağımı düşünüyordum. İlk önce dondurma almayı, sonra da voleybol oynamayı planlıyordum. Tabii oyundan sağ çıkarsam olacaktı bunların hepsi. Kamp meydanına keyifli bir yürüyüşten sonra vardım. Bu sefer en son gelen ben olmuştum. Benim gelmemle beraber Kheiron’un gelmesi bir oldu. Üçüncü oyun ile ilgili bilgi alacaktık. İlk iki oyun beni bayağı kastırmıştı. Dolayısıyla bu oyunun da zor olacağını iki yaşındaki çocuk bile bilirdi. Korkuyla ve heyecanla Kheiron’un açıklamasını diğer on bir melez gibi beklerken içimden tanrılara dua ediyordum. Kheiron’un yüzünde sinsice bir ifade belirdi ve “Üçüncü oyununuzun sahibi Tanrı Hades ve Tanrıça Persephone.” dedi. Bende bundan korkuyordum işte! Hades’in oyunu kesinlikle yeraltında olmalıydı. Bir de buna Persephone eklenince yüzde iki yüz yeraltındaydı. Yeraltında olması demek güneşten uzak demekti. Bu da beni daha da korkutuyordu. Bu oyun herhalde benim en zorlandığım oyun olacaktı. Diğer yarışmacılara baktım. Onlar da hiç memnun görünmüyorlardı. Tek tek hepsinin yüzünü incelerken birden görüntü bulanıklaştı. Ne olduğunu anlamamıştım. Görüntü değişiyordu. İki saniye sonra bulanıklık geçti. Gözlerimle dikkatle baktığımda artık kampta değil yeraltında olduğumu fark ettim. Üçüncü oyun başlıyordu ve ben kendimi hiç hazır hissetmiyordum. Etrafıma bakınmaya başladım. Her zamanki gibi etraf karanlıktı ve burnuma ölüm kokusu geliyordu. Bu bile midemi bulandırmaya yetiyordu. Gözlerim karanlığa yavaş yavaş alıştığında taht odasında olduğumu fark ettim. Burası Hades’in Sarayı ve taht odasıydı. Etrafı incelerken birden karşımda Tanrı Hades’i ve Tanrıça Persephone’yi gördüm. Persephone bitki desenli bir elbisesiyle şık görünüyordu ama bir o kadar da karanlıktı. Hades ise her zamanki gibi korkutucu görünüyordu. Bir katili andıran gözleriyle bana bakıyordu. Kendimi zorlayarak her ikisine de selam verdim. Sonra da bir an önce oyunun başlayıp bitmesini istediğim için “Oyun ne?” diye sordum. Bir yandan da taht odasını incelemeye devam ediyordum. İskelet askerler robot gibi kapıda duruyordu. Bu hallerinde niye bu kadar çalıştıklarını anlayamıyordum. Gerçi Hades’e karşı gelemezlerdi ama yazık ya. Bir deri bir kemik kalmışlardı. Hatta deri bile kalmamış. Hades’in sözleri gözümü etraftan almama yetmişti. “Oyuna madem hemen başlamak istiyorsun, başla bakalım. Biz seni almaya gelesiye kadar oradan ayrılma.” demişti. Bu sözlerinin ardından elini şıklattı ve görüntüm yeniden bulanıklaşmaya başladı. Nereye ışınlandığıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Görüntü iyice gidip sonra tekrar düzeldiğinde şok oldum. Kendimi bir halata tutunurken bulmuştum ve az kalsın aşağıya düşüyordum. Hemen sıkıca tuttum ve kendimi kaydığım kadar yukarıya çektim. Böyle bir şey beklememem benim için tarifi imkansız bir etki yaratmıştı. Etrafıma baktığımda ise çığlık attım. Ben Tartarus’a sarkıtılmıştım. Hades’e bağırmaya başladım. “Hades beni buradan al! Bu ne ya?” Hades’ten hiçbir ses gelmiyordu. Bu beni daha da sinirlendirmişti. “Bu hiç adil değil. Sen pek göstermesen de Adalet Tanrısı’sın. Bu sana hiç yakışmıyor!” Bütün sesimi harcıyordum. Hades ise hala cevap vermiyordu. Sinirlenerek “Çok eğleniyorsun değil mi? Eminim şimdi pis pis kahkaha atıyorsundur.” diye bağırdım. Ardından Tartarus’ta Hades’in kahkaha sesleri yankılandı. Şu an delirmemek için kendimi zor tutuyordum. “Buradan sonrası da var!” diye bağırdım. Bu sefer Hades’ten hiç ses çıkmadı. Sanırım gök gürültüsü gibi olan kahkahasının yettiğini düşünüyordu. Galiba yetmişti de. “Tanrıça Persephone, sen yapma bari.” dedim. Ancak Tanrıça’dan da ses seda yoktu. Anlaşılan burada tek başıma kalmıştım. Mecbur mücadele edecektim.
Halatta asılı kalmak çok zor bir şeydi. İki elimle tutuyor, düşmemeye çalışıyordum. Halat kahverengi, dandik bir yerden alınmış, ucuz bir şeydi. Her an kopabilirdi. Yani ölmeye çok yakındım. Aşağıda bir uçurum yerine Tartarus olması benim için daha korkutucuydu. Sonu görünmeyen dipsiz bir kuyuydu. Kokusu ise hiç güzel olmayan metalle ölüm kokusu arasında bir şeydi. Yani burası mezarlıktan bile daha kötüydü. Bunlardan daha kötü bir durum ise aşağıdan enerji hissetmemdi. Güçlü bir şeyler olduğunu seziyordum ve bunların hiç iyi varlıklar olmadığını biliyordum. Tartarus kötülerin buluşma noktasıydı. Şu ana kadar öldürdüğüm tüm canavarların bulunduğu çukura sallanmakta olmam hiç hoş değildi. Belki beş dakika sonra onların yanında olacaktım. Bu hiç sevmediğin bir arkadaşının yanında ömür boyu kalmak gibiydi. Böyle düşününce daha da korkmaya başladım. Hele hele bir Apollon kızı olarak durumum daha acınacak haldeydi. Her yer çok karanlıktı, güneş yoktu. Şu an babamın bana cesaret vermesini ne kadar isterdim anlatamam. Ellerim çok acırken ofladım ve teselli edecek bir şeyler aradım. Birden aklıma benim babamın sadece Güneş Tanrısı olmadığını, aynı zamanda da sanatın, şifanın, müziğin Tanrısı olduğu geldi. Tabii ya babamı hatırlamam için güneşin olması şart değildi. İçime dolan mutlulukla şarkı söylemeye başladım.
“Come to me, come to me tonight
Oh God, I need you, anyway…
Baby…
I just wanna be, be around you all the time
Oh God, I need you… Oh…
I`m running, I`m scared tonight
I`m running, I`m scared of life
I`m running, I`m scared of breathing
Cause I adore you…
I`m running, I`m scared tonight
I`m running, I`m scared of breathing
Cause I adore you…
Come to me, come to me a bit more
Oh God, I need you…
There`s nothing left for me to say
So rest on me darling, stay forever more
Oh God, I need you… I need you
Oh, what I wouldn`t give away…
To be your shelter and keep you safe… Oh…
Oh… Keep you safe..”
Şarkıyı söylerken halatta sallanıyordum. İpin çıkardığı sürtünme sesleri şarkıma ritim tutuyor gibiydi. Kendimi konserde gibi hissediyordum. Binlerce hayranıma müzik ziyafeti çektiriyordum. Tabii bu hayranlarımın Tartarus’taki kötü varlıklar olması konseri komediye dönüştürüyordu. Hiçbirine, hiçbir şeye aldırmaya niyetim yoktu. Sadece bu lanet olası ipte tutunurken eğlenmek istiyordum. Vakit çabuk geçmesi gerekiyordu ve bunun için bu şarttı. Uzun bir süre boyunca tüm Tartarus’u inlettikten sonra canım sıkılmaya başladı ve sustum. Başka bir şeyler bulmalıydım ama elim çok acıyordu. İçimden lanet okuduktan sonra aşağıya baktım. Hala orada güçler olduğunu hissediyordum. Onlarla konuşmak, aşağısının nasıl bir yer olduğunu öğrenmek istiyordum. Bunun için bir ümitle “Hey, benimle konuşabilecek biri var mı?” diye sordum. Aşağıdaki karanlıktan hiç ses gelmiyordu. Bu benim canımı sıkmıştı. Bunlar ne bayıcı canavarlardı. Orada olmayı hak ediyorlardı çünkü dünyada daha da çekilmez olurlardı. Birden aklıma bir fikir geldi. Benim özel gücüm vardı ve özel gücümle hipnotize edebiliyordum. Bu gücümü geliştirmek için ders almıştım ve bu sayede bayağı iyiydim. Aşağıdaki varlıkları şarkı söyleyerek hipnotize etmeye başladım.
"Güçlü varlıklar size sesleniyorum
Canınızın sıkıldığını biliyorum
Benimle konuşmanızı istiyorum
Başaracağınızı biliyorum…"
Varlıkların sanki hareket ettiğini hissediyordum. Şarkım işe yarıyordu. Onları tamamen etki altıma almak için şarkımı tekrarladım. Kısa bir süre sonra bir ses geldi. Ne olduğunu anlamamıştım ve kime ait olduğunu bilmiyordum ama aşağıdan geldiğini anlamıştım. Hipnozum işe yaramıştı. Aynı ses “Ne istiyorsun?” diye sordu. Sesi çok boğuk gelmişti ve sanki başımın içine işliyordu. Bu durum huylanmama neden oldu. Bir şeyin ses bile olsa beynime girmesi hiç hoş değildi ama yapacak bir şey yoktu. “Hal hatır sorayım dedim. Benim adım Tiffany.” dedim. Bir dakika boyunca hiç ses gelmedi. Tam hipnozun geçtiğini düşünüyorken aynı ses “Sen hangi tanrının çocuğusun?” diye sordu. Benim ona soru sormam gerekirken onun bana soru sorması hiç hoşuma gitmemişti ama cevaplamazsam soru sorma şansım olmayacağını biliyordum. Bir an hangi tanrının çocuğu olduğumu söylemek tehlikeli mi olur diye düşündüm ama şu anda zaten tehlikedeydim. Bundan fazlası olamazdı. Onun için “Tanrı Apollon’un çocuğuyum.” dedim. Bu sırada elimi ipe dolamıştım. Bu canımı daha çok acıtıyordu ama elimle ipi bırakmak üzereydim. Böyle olunca bırakamıyordum. İp elimi keserken ses “Niçin buradasın?” diye bir başka sorusunu sordu. Bu soru güzel bir soruydu ama cevabını ben bile daha bilmiyordum. “Hiç, Tanrılar Oyunu vardı. On iki melez arasına seçildim. Bende eğlenirim diye oyuna başladım. Görüyorsun işte çok eğleniyorum. İyi ki seçilmişim değil mi?!” dedim. Varlıktan garip bir ses çıktı. Galiba gülmüştü veya bana öyle gelmişti. “Apollon çocuğu olduğun çok belli. Eğlence lafı duyduğun an balıklama atlamışsındır.” dedi. “Ya ne yapsaydım? Kamp arasında on ikiye seçildim. Bu büyük bir onur, reddetse miydim?” diye sordum. Varlık “Tanrılar sizinle eğleniyor.” dedi. Kötü bir varlığın tanrılardan nefret etmesi çok doğaldı. Aramızı bozmak istemesi de çok doğaldı. Onun için bir şey demedim ve ben soru sormaya başladım. “Orası nasıl bir yer?” diye sordum. Varlık bir süre sessiz kaldıktan sonra “Çok güzel bir yer, istersen gel.” dedi. “Ee, yok sağ ol. Vaktim yok. Bir daha ki sefere söz geleceğim.” dedim. İçimden de bir dahaki sefer olmaması için dua ediyordum. Ben aynı şeyleri yaşayamam, gerçekten atardım kendimi Tartarus’a. Burası tüm sinirlerimi bozuyordu. Varlığa ikinci sorumu sordum. “Sen nasıl bir şeysin?” Varlıktan boğuk bir ses çıktı. Sonra da “Güzel bir şeyim.” dedi. Anlaşıldı, ben bundan hiçbir cevap alamayacaktım. Benimle dalga geçiyordu. Susmak benim için iyi bir cevap değildi, hiçbir zaman da olmayacaktı. Her şeye hak ettiği cevabı vermek gerekirdi. Onun için bu varlığı sinir edecektim. “Senin canın çok sıkılıyordur. Orada bir şeklin olmadan duruyorsun. Hiçbir şey yapamıyorsun. Birçok arkadaşın dışarıda eğlenirken sen burada ceza çekiyorsun.” dedim. Ancak bunu dediğime pişman olmaya başlamıştım çünkü hissettiğim güç daha da arttı. Anlaşılan varlık bu laflarıma çok sinirlenmişti. Şu an çaresiz olan bendim. Saçma sapan bir halatta asılı kalmıştım. Halat elimi çok fena yara yapmıştı. Acısı tüm benliğimi etkiliyordu. Bir de üstüne üstlük kendimi salak gibi hissediyordum çünkü yaptığım şey hiç mantıklı değildi. Varlıktan garip sesler duymaya başladım ancak bu seferki ses daha öncelerine göre daha ürkütücüydü. Anlaşılan bu sefer gülmüyor, bağırıyordu. Tartarus’un inlediğini görüyordum. Korkarak ipe daha sıkı tutundum. Başım büyük bir beladaydı. Bilmediğim varlıklarla konuşursam sonu bu olurdu işte. “İmdat!” diye bağırdım. Sesim Tartarus’ta yankılana yankılana tekrar bana döndü. Aşağıda işler karışırken ben de bir kaçış yolu bulmaya çalışıyordum. Yukarı tırmanırsam elenecektim. Aşağıya atlarsam zaten ölecektim. Ben ne ölmeyi ne de elenmeyi istiyordum. Hades ve Persephone beni burada bırakacaklarına emindim. Şu an büyük ihtimalle keyif yapıyorlardı. Ben de burada sürünüyordum. İp giderek gevşemeye başlamıştı. Bu durum beni iyice huzursuz etti. Dayanamayarak “Kahve de ister misiniz?” diye bağırdım. Herhalde beni burada unutmuşlardı. Derin derin nefes alarak aşağıya baktım. Hiçbir şey göremiyordum ama varlığın hala sakinleşmediğini çok iyi anlıyordum. Onu sakinleştirmem benim için daha hayırlı olurdu. “Kardeş sen beni yanlış anladın, ben öyle demek istemedim.” dedim. Ancak hiçbir ses seda yoktu. Herhalde varlık bana küsmüştü. Aa, böyle olmaz ki! “Küstün mü kardeş?” yine ses yoktu. Bu galiba ‘evet’ oluyordu. Bu benim için daha hayırlıydı. Daha fazla bu varlıkla konuşursam başım daha kötü bir belaya girecekti. Böylesi daha iyiydi. Zaten kopmak üzere olan bir iple uğraşmak zorundaydım. Bu halatı niye sağlam yapmadıklarını anlamamıştım. Yapıyorsan tam yap değil mi? Böyle malzemelerden çalınmasını hiç sevmezdim. Bence en büyük hırsızlık buydu. Saçmaladığımı fark ederek aklımı halattan aldım ve etrafıma verdim. Burayı dekore etseler iyi olurdu. Sadece birkaç bitki vardı. Bu da zaten Persephone’nin de işin içinde olduğunu gösteriyordu. Buraya iyi bir sanatçı gerekiyordu. O kadar kötüydü ki dekore etmek bayağı zordu. Babam bile zor kurtarırdı. Ben bunları düşünürken halat da kopmaya başlamıştı. Aşağıya doğru yavaş yavaş iniyordum. Şimdi hapı yutmuştum. Yapacağım hiçbir şey yoktu. Ya yukarıya çıkacaktım ya da ölecektim. İki kötü seçeneği düşündükten sonra elenip babamı hayal kırıklığına uğratacağıma ölmeyi tercih ettim. Böylesi benim için daha iyiydi. Savaşarak, sonuna kadar mücadele ederek ölmüş olacaktım sonuçta. Halat neredeyse kopmak üzereydi. Ben ise yukarı çıkmıyor, olduğum yerde duruyordum. Beklenen an gelmişti. Bir dakika sonra ip koptu. Aşağıya, karanlık dipsiz kuyuya düşerken aklımdan tüm sevdiklerim geçmeye başladı. Babam, kardeşlerim, Calvin, arkadaşlarım… Hepsinin güler yüzleri, anıları aklımdan geçerken görüntü bulanıklaşmaya başladı. Öldüğümü düşünüyordum. Ancak görüntü tekrar normale dönünce kendimi Hades’in taht odasında buldum. Hades ve Persephone bana dik dik bakıyordu. Şaşkınlıkla “Ölmedim mi?” diye sordum. Hades “Şimdilik hayır.” dedi. Bu söylediği beni çok mutlu etmişti. Hades’ten böyle güzel şeyleri duymayı hiç beklemiyordum. Ölmemiştim, o karanlık yere düşmemiştim. Persephone hafif bir gülümsemeyle “Oyun bitti!” dedi. Sonra da bu sefer o elini şıklattı ve kampa doğru ışınlanmaya başladım.