Tartarus’a doğru yola çıktığımızda kafamda o kadar çok düşünce vardı ki kendimi toparlayamıyordum. Artık bu oyun iyice kafamı karıştırıyordu. Tanrılar bunları izleyip zevk alıyorlar mıydı acaba? "”Hepsine lanet olsun!” Eskiden tanrılara biraz da olsa sempati duyduğumu söyleyebilirdim; fakat şimdi hepsinden nefret ediyordum. Kim çocuğunu sadece bir kişinin hayatta kalacağı bir yarışa gönderip bundan zevk alabilirdi ki? Kafamı iki yana salladım. "Artık bırakamam. Buraya kadar geldikten sonra bırakamam. Yoksa bırakabilir miyim?" Kendi içimdeki hesaplaşmalar beni sanki öldürüyordu. Tartarus'a nasıl gidiyorduk, ne ile seyahat ediyorduk hiç bilmiyordum. Umurumda da değildi çünkü tamamen kendi özüme odaklanıp içimdeki çatışmaları bitirmeliydim. Bir yanım pes etmemi söylerken bir diğer yanım ise daha çok çalışmamı ve bu turdan galip çıkmam gerektiğini söylüyordu. Bu lanetli oyundan eğer sağ çıkacak olursam hayatı çok daha iyi anlayacaktım belki de. Peki bu oyundan isteğimle çıkmak gibi bir şansım var mıydı? Hiç sanmıyordum ve denemeyi de düşünmüyordum. Evet, sonuna kadar savaşacaktım. Bana da bu yakışmaz mıydı zaten? Zeus'un çocuğu olmak beraberinde bir güven duygusu getirirdi. Hayatım boyunca çeşitli canavarlar savaşmıştım ve birçok düello yapmıştım. Bunlarda fazla zorlanmamıştım ve yaşayacağım her şeyi bu kadar kolay sanmıştım. "Eğer bu oyundan sağ çıkabilirsem sanırım emekli olacağım." Yüksek sesle bir kahkaha attım ve yaptığım esprinin saçmalığını düşündüm. Muhtemelen bu oyundan asla sağ çıkamayacaktım ve melezlikten de emekli olma durumu yoktu. "Demek ki kaybedecek hiçbir şeyim yokmuş." Ellerimi dizime koyup beklemeye başladım. Birden sanki kafamda bir ampul patladı. Yüzümde şeytani bir gülümseme belirdi ve yavaş yavaş kahkahalara dönüştü. Eğer dışarıdan kendimi görseydim gözlerimin kırmızıya döndüğünü anlayabilirdim. Ellerimi yüzüme yaklaştırdım ve kırılmış tırnaklarıma baktım. Bu oyun sadece ruhumdan değil, bedenimden de çok şey götürmüştü. Kahkaha atmaya devam ederken sustum ve bağırmaya başladım. "Pekala lanet olası tanrılar! Kaybedecek hiçbir şey bırakmadınız bende; ama bir şey unuttunuz. Asıl korkulması gereken kişiler kaybedecek bir şeyi olmayanlardır!"
Tartarus'a geldiğimizde aşağıya doğru bir halat sarkıttılar. "Lanet olsun, neler oluyor burada? Yoksa Tartarus'un dibinde Kronos ile mi savaşacağım?" Ne kadar saçma bir şey demiş olursam olayım her ihtimali düşünmem gerekiyordu. Hayır, bu ihtimali çabucak kafamdan silmiştim. Eğer ben bir şey ile savaştıracak olsalar bana bir silah vermezler miydi? Muhtemelen verirlerdi fakat emin olamıyordum. Tanrılar o kadar garip ve benim tabirimle "cani" canlılardı ki onların ne yapacağını asla önceden tahmin edemezdim. Halatı tamamen aşağı bıraktıklarında ne yapacağımı anlamıştım. Arkadan gelen; fakat kime veya neye ait olduğunu anlayamadığım bir ses konuştu. "Halata tutunacaksın ve seni aşağı bırakacağız. Ne kadar uzun süre tutunmayı başarırsan senin için o kadar iyi olur. Yahut kötü mü olur demeliydim? Neyse, bilmen gereken bu kadar. İyi şanslar!" Ses kahkahalara boğuldu ve ben de beklemenin gerekli olmadığı kanaatine varıp ipe tutunarak aşağı doğru indim. Vücudum kasılıyordu ve bu oyunun çok zor olacağını tahmin etmekte zorlanmadım. "Ne yaparsan yap bu halatı bırakma Marcus. Sakın bu halatı bırakayım deme!" Diğer bir yandan ise korkak yanım bastırıyordu. "Yoksa bırakmalı mıyım halatı? Sonsuz bir dinlenme molasına kim hayır diyebilir ki? Özellikle böyle bir zamanda." Kafam tamamen karışmıştı ve yaptığım işe konsantre olamıyordum. Halattan bir metre kadar aşağı kaydım. "Hayır, eğer halatı bırakırsam sonsuza kadar düşerim." Kararımı vermiştim. Sınırlarımı zorlayacaktım ve uzun süre orada kalacaktım; fakat bir sorun vardı. Ne kadar süre böyle kalacağımı bilmiyordum. "Odaklan ve sakin kalmaya çalış Marcus. Ancak böyle hayatta kalmayı başarabilirsin."
Zaman geçtikçe ben de yıpranmaya devam ediyordum. Çok fazla yorulmuştum ve psikolojik anlamda çökmenin eşiğine gelmiştim. Kendi kendimle çelişiyordum ve Tartarus havası beni geriyordu. Buradaki kötülük dolu hava psikolojimi tabii ki olumsuz yönde etkiliyordu ve dayanma isteğimi bitiriyordu. Sustum ve nefes alışımı dinlemeye başladım. Normalden daha hızlı atıyordu. Etrafta bedenimdeki bütün hücreleri rahatsız eden bir uğultu vardı. Ölüler rahatsız mıydı, benim varlığımı hissetmişler miydi? Aslında aşağıda normal ölülerin olup olmadıklarını bile bilmezken bunu düşünmek garip geliyordu. Bir elimi halattan bıraktım ve yüzümün yakınına getirdim. Çok fazla karanlık olduğu için anca böyle görebiliyordum. Elimde tutunmaktan dolayı oluşmuş yaralar vardı. Kanlar artık kurumuştu ve yaraların üzerinde sadece pıhtı vardı. Gözlerimi kapattım ve buraya nasıl geldiğimi düşündüm. Bu duruma düşmemin tek sebebi hırs duygum olmalıydı. Bu oyunu kazanabileceğimi ve çok güçlü olduğumu düşünmüştüm. Hayır, aslında güçlü değildim. En azından bu oyunu kazanabilecek kadar güçlü olduğumu düşünmüyordum.
Saniyeler benim için saat gibiydi. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Gündüz mü, öğlen mi, yoksa akşam mı olduğunu da bilmiyordum. Çünkü burası her zaman karanlıktı. Her zaman karanlıktı derken burada geçirdiğim birkaç saati kastediyordum. Yoksa birkaç dakika mı? Zaman duygumu bile kaybetmiştim ve artık bu işten korkmaya başlıyordum. Uğultular gittikçe artıyordu ve içime kötü bir his yerleşiyordu. Bunaldım ve göğsüm daralmaya başladı. Nefes alamıyordum ve başım dönmeye başlamıştı. Halattan kaymaya başladım ve sanırım on metre kadar sürüklendikten sonra anca durabildim. Sanırım ruhlar beni rahat bırakmıyorlardı. Başıma öyle bir ağrı girdi ki kafa derimi söküp atmak istiyordum. Midem sanki ağzıma çıkmıştı. Lanet olsun, Hades ölülerini kullanarak sanırım psikolojik yoldan bana saldırıyordu. Bunları düşündüğüm anda midemin bulantısı, başımın ağrısı ve nefes darlığım iki katına çıktı. Acı çekiyordum ve vücudum yanacak derecede ısınıyordu. "Senden nefret ediyorum Hades! Umarım Tartarus'ta çürürsün!" Hades bana acı çektirmeye devam ediyordu. Birkaç dakika daha acı çekerek çığlık atmaya devam ettim. Sonra ise o kadar şiddetli bir şekilde aksırıp içimdekileri karanlığa boşalttım ki yaptığıma ben bile şaşırdım. Ağzımdan simsiyah bir madde geliyordu. Neredeyse beş dakika boyunca kustum ve artık yorulmuş bir halde gerindim. Halata tutunduğum için bu zor olmuştu. Bir an ellerime baktığımda demin oluşan yaraların iki katını gördüm. Halata o kadar sıkı tutunmuştum ki neredeyse incelmeye başlamıştı bile. Ellerimi biraz gevşettim ve durumumu düşünmeye başladım. Beklemekten başka yapabilecek hiçbir şeyim yoktu. Kıyafetlerime baktım. Pantolonumun büyük bir kısmı halata sürtünmekten dolayı parçalanmıştı ya da sökülüyordu. Dilimi ağzımda gezdirdiğimde kan tadı geldi ve muhtemelen dişlerim de kana bulanmıştı. Birden kahkaha attım ve yüksek sesle gülmeye başladım. Eğer dışarıdan kendimi görebilseydim muhtemelen dişleri kıpkırmızı, giysilerinin yarısı sökülmüş veya parçalanmış, ağzının kenarından siyah bir sıvı akan ve vahşice gülen birini görürdüm. "Bundan başka yapacak işkencen yok mu Hades? Benim gibi birini bu kadar işkence ile pes ettirmen imkansız! Bu kadar güçsüz olduğunu bilseydim en başından aşağı iner ve senin işini anında bitirirdim. Babam seni yer altına mahkum etmekle en doğru olanı yapmış bence!" Her taraf zangırdamaya başladı ve bütün gücümle halata tutundum. Her taraf sallanıyor, halat sağa sola sallanıyor ve her taraf uğulduyordu. Sonra hiç beklemediğim bir anda her şey durdu. Uğultular ve sarsıntı da gidince bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Sanki beni içine alacak gibi görünen karanlığa göz attım. Hiçbir kımıldama yoktu. Hiçbir ses, hiçbir uğultu... Bunun fırtına öncesi sessizlik olduğunu anlamam fazla sürmedi. Etrafımdan hışırtılar gelmeye başlayınca tedirgin olmuştum. Nereden geldiğini bilmediğim seslere doğru kafamı çeviriyordum. Ses bana çok yakındı; fakat sesin kaynağını niye göremiyordum? "Saçmalama Marcus, gaipten sesler duyuyorsun işte." Bunun doğru olmasını umuyordum yoksa başım cidden büyük bir belada demekti. Birkaç saniye daha etrafı dinledim; fakat garip bir şekilde hiç bütün hışırtılar kesilmişti. "Evet, gaipten sesler duyuyorum demiş..." Bir anda sanki bir halat daha boğazımdan sıkıca beni diğer halata bağlamıştı. Sadece boğuk bir hırıltı yükseldi kan ile dolmuş dudaklarımdan. Bütün konsantrasyonumu kaybetmiştim ve tamamen yaşama içgüdülerim ile hareket ediyordum. Tekmeler savuruyordum ve yine boğuk hırıltılar yükseliyordu boğazımdan. İşte o zaman yapabileceğim en büyük hatayı yaptım. İki elimi de ipten bıraktım ve boynumdaki halatı çekmeye başladım. Halat sanki ellerimi bıraktığımı anlamış gibi bir anda boynumu serbest bıraktı ve hızla düşmeye başladım. Neyse ki birkaç saniye sonra kendimi kontrol altına almıştım ve halata tutundum. Beş metre kadar kaydıktan sonra sert bir şekilde durdum. Acıyla haykırdım ve ellerime baktım. Ellerimin derisi neredeyse tamamen yüzülmüştü. Burnumdan soluyordum ve inanılmaz derecede canım yanıyordu. Tabii ki üstümde kıyafet namına neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Avuç içlerimi yüzüme dokundurdum ve bastırmaya başladım. Bunu yapmak bana acı verdiği kadar zevk de veriyordu aslında. "Lanet olsun, ben nasıl biri olarak çıktım böyle?" Bu kanlı oyuna katılmadan önce gayet normal ve sevecen biriyken şimdi fazlasıyla vahşi ve acımasız bir ruh haline bürünmüştüm. "Umurumda değil. Buradan sağ çıksam da asla eskisi gibi olamayacağım. O zaman yaşamanın ne anlamı var ki?" Kendi içimdeki hesaplaşmalara dönmeden önce yine hışırtıları duydum. Ağzımdan acı bir kahkaha çıktı. "Lanet olsun, yetmedi mi yaptıklarınız? Evet, bence yetmedi. İyisi mi siz biraz daha devam edin. Ben size yetişirim birazdan!" Bu durumda bile onlarla dalga geçmem sinirlerine dokunmuştu besbelli. Yine ruhlar uğuldamaya, etraf titremeye başladı; fakat bu bir öncekinin belki de on kat daha şiddetlisiydi. "Blöf yapıyor, bunlarla bana bir zararı dokunamaz." Maalesef yanılmıştım ve bir anda sarmaşıklar beni halata bağlamıştı; fakat bu seferkiler dikenli ve muhtemelen de zehirli sarmaşıklar olmalıydı. Bedenimde dokunduğu her yerde büyük bir acı hissediyordum. Acılar zamanla o kadar çoğalmıştı ki artık halatı bırakıp atlamaya karar vermiştim; fakat sarmaşıklar bedenimi o kadar sert bir biçimde sıkmışlardı ki kımıldayamıyordum bile. Zamanla gücümün tükeneceğini hissediyordum; fakat olmuyordu. Gücüm tükenmiyordu ve vücudumda o kadar çok adrenalin salgılanıyor olmalıydı ki nasıl yaşadığıma bile şaşırıyordum. Bütün vücudumla savaş vermeye başlamam gerekiyordu. Yoksa ne sağ kalabilir, ne de bu acıdan kurtulabilirdim.
Ağzım ile uzunca bir sarmaşığı tuttum ve birkaç dakikada vücudumdan kopardım. Ağzım kanla dolmuştu ve neredeyse ağzımı hissedemiyordum. Kan tadı bütün vücuduma yayılıyor ve bundan garip bir haz alıyordum. Boyun kısmım serbest kaldığında biraz sakinleşmiş ve düşünmeye başlamıştım. Bir elim ile sarmaşığı o kadar sıkıca kavradım ve vücudumdan söktüm ki önceden parçalanmış olan derim artık kemiğe yakın bir yere kadar kesilmişti. Umursamıyordum ve sarmaşıkları koparmaya devam ediyordum. Canım ne kadar fazla acırsa sarmaşıkları o kadar büyük bir hırsla vücudumdan söküp atıyordum. Kendimi o kadar çok kaptırmıştım ki son çektiğim sarmaşığa dikkat edememiştim. Sarmaşığın o kadar büyük ve keskin dikenleri vardı ki söküp attığımda sol kolumu baştan aşağı kesti. Tüm kolumdaki kemikler bembeyaz bir şekilde görünüyordu ve o kadar yüksek sesle çığlık attım ki bunu Kronos'un bile duyduğundan emindim. Sonunda kendimi sarmaşıklardan temizlediğimde her yerim o kadar kötü durumdaydı ki bir an kendimi aşağı atmayı düşündüm. Kendime bakmaya fırsat bile bulamadan ikinci dalga gelmişti. Yine aynı sarmaşıklar ve yine bedenimin her tarafında acı hissediyordum. "Persephone, yeter artık!" Neredeyse yalvarırcasına durmasını istemiştim. Sarmaşıklar iğnelerini kafama doğru savuruyorlardı ve kafa derim neredeyse yüzülecek gibiydi. Psikolojik olarak o kadar kötüydüm ki bir yanım bu acının bitmesi için aşağı atlamayı düşünürken diğer bir yanım ise bu acıya katlanarak bitirmeyi düşünüyordu. Bütün sınavlar içinde psikolojik olarak en çok yıprandığım bölüm buydu. Kafamın içinde fikirler uçuşuyordu; fakat çektiğim acılar yüzünden hiçbirini tam anlamıyla düşünemiyordum. Bir yandan halata tutunup bir yandan da tekrar sarmaşıkları üzerimden atmaya koyuldum. Nedense artık daha sakin ve daha küçük dikenli sarmaşıklar üzerime çullanıyordu. "Belki de bitmiştir." diye düşündüm. "Belki de kazanmışımdır." Patlamış dudaklarımdan tükürerek çıkardığım bu sözcükler tüm vücuduma sıcacık bir umut duygusu yayıldı. Gülümsemeye başladım; fakat bu gülümseme hiç de şeytani bir gülümseme sayılmazdı. Yine de vücuduma girmiş yüzlerce dikenden ve kıpkırmızı, kan dolu bir yüzle bu gülümseme çirkin görünüyordu.
Yukarıdan "Görevin burada sona erdi, yukarı çıkabilirsin!" sesi gelince sanki bütün dünyaların efendisi olmuşum gibi sevindim. Hayır hayır, bu çok daha çocuksu ve masum bir sevinçti belki de. "Bu lanet yere son bir hediye bırakmalıyım!" diye düşündüm ve ağzımda ne kadar kan varsa yanında iki tane de dişim ile birlikte Tartarus'un derinliklerine tükürdüm. Ellerim ile yukarı çıkmaya başladım. Aslında sadece ellerim ile değil bütün vücudum ile tırmanmaya çalışıyordum. Vücudumun sol tarafında yaralanmayan hiçbir yer kalmamıştı. Kolumdaki kemikler bile görünüyordu ve avuç içlerimde canlı deri namına bile hiçbir şey kalmamıştı. Yukarı doğru tırmanırken kahkahalarla gülüyordum. Bu genelde attığım "psikopat" kahkaham gibi değildi. Kesinlikle daha içten, samimi ve içinde sevinç barındıran bir kahkahaydı. Halata dokunduğum her yerde kıpkırmızı kan izleri bırakıyordum. Yukarı doğru çıkarken katettiğim yol bana sanki sonsuzmuş gibi geliyordu. O kadar sevinçliydim ki neredeyse kendimden geçecek gibi olmadan aşırı şekilde kan kaybettiğimi anlayamamıştım. Üşüyordum ve titremeye başladım. Artık yirmi metre bile yol katedecek gücüm kalmamıştı. Hareketlerim yavaşlamıştı. "Hayır Marcus, buraya kadar geldin. Bırakamazsın, bırakamazsın..." Kendi kendime konuşuyordum; fakat bu beni olumlu bir yönde etkilemiyordu. Tam umudumu kaybedip sonsuza kadar bir boşlukta düşmeyi kabul edecekken halatın sonunu gördüm. Evet, bitmişti işte! Ben kazanmıştım ve bu bölümden sağ olarak çıkmıştım! Enerjimin geri kalanı ile de birkaç dakika içinde yavaş bir şekilde yukarı tırmanmaya devam ettim. Bütün umutlarımı tırmanacağım birkaç metreye bağlamıştım. Ağzıma gelen kan tadı artık bana hiçbir zevk vermiyordu. Ani ruh hali farklılıkları beni korkutsa da bu anın tadını çıkarmama engel olamazdı. Tam yukarı çıktığımda avuç içlerimi toprağa koyup bütün bedenimin ağırlığını avuç içlerine verdim. Planım umduğum gibi gitmemişti. Önce avuç içlerinde dayanılmayacak bir acı hissetmiştim. Bağırmaya vakit bile bulamadan bir "boşluk" hissi bütün vücuduma yayıldı. Panik yapmamam gerektiğini artık anlamıştım. Düşmeden önceki bir saniye benim için ağır çekimde ilerliyordum. Kollarımı veya avuçlarımı kullanamazdım çünkü bu şekilde hiçbir şansım kalmazdı. "Dişlerim..." Yaptığımın çok ahmakça olacağını biliyordum; fakat ölmek istemiyordum. Sağ kalmaya bu kadar yakınken asla yapamazdım bunu. Bütün vücudum boşluğa kapıldığında tüm ön dişlerimi toprağa sapladım ve bütün ağzıma yayılan acıyı hissettim. Çığlık atamıyordum çünkü ağzıma toprak doluyordu. Birkaç saniye bekledim; fakat hızlı olmanın daha iyi olacağını anlamıştım. Dişlerim her an sökülmek üzere gibiydi. Kollarımı toprağa koydum ve kendimi yukarı çektim. Tekrar avuç içlerinin üzerinde bütün vücudumun ağırlığını verdim ve işte ayaktaydım. Yine de bütün vücudumun ağırlığını çektikten sonra isyan eden avuç içlerinin acısı yüzünden çığlığı basmıştım. Bütün yaşadıklarıma rağmen yere çöktüm. [color=red]"Sanırım bugünlük bu kadar aksiyon yeter. Şimdiki durak neresi?"[/color