Theodor Aquila Apollon'un Çocuğu
Mesaj Sayısı : 710 Kayıt tarihi : 30/10/10
| Konu: Theodor Carter (2. Rp) Ptsi Mayıs 16, 2011 9:03 am | |
| Anneme veda edeli 3 gün olmuştu ve şimdiden ona duyduğum özlemi kelimelerle ifade edemiyordum. Birkaç gün içinde Amerika çapındaki okçuluk şampiyonasına katılacağımız için Koç'umuz bizi bir tür kampa almıştı. Annem beni bu sevdamdan vazgeçirmek için her yolu denemişti ama büyük bir kavganın ardından bavulumu alıp kapının önünde bekleyen otobüse binmiştim. Şimdi kavga ettiğim için çok pişmandım, çünkü ona ne zaman bağırsam bir süre sonra pişmanlık duyuyordum. Ayrıca eğer madalyon almayı başarırsam bile annem yanımda olmadığı için buruk bir mutluluk yaşayacağım. Üstelik bugün en az yarışma kadar önemli bir olay başıma gelmişti ve annemsiz tam konsantre olmayı başaramamıştım. Bu sabah sponsor olacağı söylenen birkaç takım elbiseli adam bizi izlemeye gelmişti. Bu yüzden gergin bir şekilde oklarımı hedef tahtasına atıyordum. Annemi kafamdan uzaklaştıramadığım için bazen kötü atışlar yapıyordum. Ama o anda bir alev topu yüzümü yalayarak geçti. Kafamı çevirip baktığımda takım elbiseli adamların birer canavara dönüştüklerini fark ettim. Bunların ne tür yaratıklar olduğunu bilmiyordum ama gayet tehlikeli duruyorlardı. Hayatımı kurtarma içgüdüm sayesinde kendime geldim ve üzerlerine birkaç ok fırlattım. Birini tam kafasından vurmayı başardım. Bu yaratık kanlar içinde yere düşmek yerine adeta buharlaşarak yok oldu. Onun arkadaşlarıysa öfkeden köpürerek üzerime başka alev topları fırlattılar. Yine içgüdüsel olarak yayımı kaldırdım ve kendimi korudum. Ama malesef yayım küle dönüşmüştü. Bu yüzden arkama bile bakmayarak koşmaya başladım.
Şampiyonanın yapılacağı şehir olan New York'a daha önce bir kere okul gezisiyle gelmiştim. Bu yüzden nereye kaçacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Ama kalabalığa yönelirsem daha kolay ortadan kaybolacağımı düşündüğüm için en yoğun caddeye girdim. Tahmin ettiğim gibi ardımdakilere izimi kaybettirmiştim. Fakat şimdi başka bir sorunum vardı: kaybolmuştum. Nereye gideceğimi bilemeyerek akşama kadar dolaştım. Sonunda sokaklar tenhalaştı. Karnımı doyurmak için yol kenarındaki satıcıdan iki tane sosisli aldım. Bunları mideye indirdikten sonra da kamp alanına geri dönmeye karar verdim. Bir süpermarkete girip kampın adını söyledim. Adam halime acımış bir şekilde bana baktı ve yolu tarif etmeye başladı. Ona binlerce kez teşekkür ettikten sonra dükkandan çıktım ve yürümeye başladım. Kampı bulduğum zaman yere atlayıp uyumamak için kendimi zor tutuyordum. Ama kampı görünce bütün yorgunluğum gitti. Çünkü her taraf yıkılmıştı. Bazı yerlerden hala duman tütüyordu. Göz aşinası olduğum birkaç görevli yerlerde yatıyordu. Burada adeta bir katliam gerçekleşmişti. Ne yapacağımı bilemeyerek içeri girdim ve odama yöneldim. Eşyalarımı alıp eve dönmeyi planlıyordum. Ama malesef bu çok berbat bir fikirdi. Çünkü beni kızartmaya çalışan adamlar gitmemişlerdi.
Geçen sefer bu canavar - adam karışımı yaratıkları tam olarak inceleyememiştim. Şimdi yüzlerine baktığımda pullu pullu bir yapıya sahip olduklarını fark ettim. Neyse ki tüm vücutlarını kaplayan bir takım elbise giyiyorlardı. Bu sayede gördüğüm tek yer yüzleri ve elleriydi. Ellerini de her an bana saldıracak gibi havada tutuyorlardı. Böyle bir durumda arkamı dönmem sonum olurdu. Bu yüzden biraz zaman kazanabilme umuduyla konuşmaya başladım. "Bu kadar kovalamaca yeter. Şimdi bana neden beni kovaladığınızı söyler misiniz?" diyerek belki de yanlış bir başlangıç yaptım. Bu yaratıklara kızmak iyi bir şey olmayabilirdi. Ama onlar buna hiç dikkat etmemiş gibi duruyorlardı. Sanırım bağrılmaya alışıklardı. Sol tarafta oturan adam-canavar "Efendimiz seninle gö'üşmek istiyo'. O gelene kada' bu'ada kalman lazım." dedi. Böyle garip konuşmasının nedeni dilinin ağzına kıyasla fazla büyük gelmesi olmalıydı. Çünkü konuşurken tek gördüğüm şey diliydi. Konuşurken ellerini indirdeklerini de fark etmiştim. Bu fırsattan istifade kaçmak amacıyla "Ah, üzgünüm Bay Canavar ama efendinizin keyfini bekleyecek zamanım yok. Umarım bir dahaki görüşmemizde diliniz ağzınızdan taşmaz." dedim ve hemen arkamı döndüm. Ama ufak bir ayrıntıyı atlamıştım: ben arkamı döndüğüm sırada dağ gibi bir adam kapının önüne geçmişti. Dağ gibi diyorum, çünkü uzun boyuma rağmen yüzünü göremiyordum. Kafamı kaldırdığımda bana bakan bir çift kırmızı gözle karşılaştım. Sonra da ileri doğru yürümeye başladım. Bir dakika! İnsanların kırmızı gözleri olmazdı ki. Arkamdaki yaratıkların gözleri de kahverengiydi. Korkuyla kafamı tekrar kaldırdım ve elindeki baltayla beni bölmeyi arzulayan bir Minotor'la karşılaştım. Onu hızımla atlatabileceğimi düşünerek koşmak üzereydim ki arkamdan billur gibi bir ses duydum. O ses "Bir yere mi gidiyorsun Apollon oğlu?" dedi. -Sanki mümkünmüş gibi- Daha da şok olmuş bir biçimde arkamı döndüm.
Bu zamana kadar televizyonlarda, dergilerde ve internette çok güzel mankenler görmüştüm. Ama şu an karşımda duran kadın, o mankenlerin hepsinin Barbi bebek gibi görünmesine neden olabilecek güzellikteydi. Kahverengi saçları omuzlarına dökülüyordu. Öyle ki adete doğal bir olay gibi duruyordu. Kahverengi gözleriyse bende toprağa karşı bir özleme neden oldu. Gelen kokusu ise adeta yeni kazılmış toprak gibiydi. Üzerinde harika bir kum renginde elbise vardı ve yer yer yerleştirilmiş çakıl desenleriyle de adeta canlı bir plaj izlenimi uyandırıyordu. Ona bakmayı bırakabildiğim zaman söylediği şeyin farkına vardım. Bana "Apollon oğlu" demişti. Hiçbir zaman tanışma fırsatı bulamadığım babamdan mı bahsediyordu yani? İyi de Apollon bir Tanrı'ydı. Yani ya bu kadın delirmişti ya da ben delirmeye başlamıştım. Bu sırada kadın "İnanamıyorum, yoksa eğlenmek için daha Yarı Tanrı olduğunu bilmeyen bir melezi mi seçtiler? Ama ben bu kadar kabalık yapamayan zarif bir kadınım. Benim adım Gaea, insanlar arasında Doğa Ana olarak da bilinirim. Aynı zamanda Ana Tanrıçayım. Tek amacım sana yardım etmek." dedi. İyiden iyiye akıl sağlığımdan şüphe ettiğim sırada çok garip bir şey daha oldu. Bir anda yer ayaklarımın altından kesildi ve göbeğimden çekilir gibi bir duyguya kapıldım. Birkaç saniye içinde ayaklarım tekrar yere dokundu. Üzerimde çok ağır ama bir o kadar da güçlü bir kalkan vardı. Elimde Güneş ışığıyla parlayan bir kılıç vardı. Miğferimse hafifti, fakat hiç de kolay parçalanacak gibi değildi. Neler olduğunu anlamak için etrafıma bakındım ve bir tür arenada olduğumu fark ettim. Yüzlerce insan tezahürat yapıyordu. Çadırla örtülmüş bir yerdeyse üzelerindekilerden soylu olduklarını anladığım insanlar vardı. Yüzlerini göremiyordum ama hepsi de bende hayranlık uyandırmışlardı. Sadece onların ışıltısına odaklanmak isterken arkamdan bir ses geldi. Hemen oraya döndüm ve bana doğru koşmakta olan bir Gladyatör gördüm. Elindeki mızrağı bana fırlattı. Eskrimle de ilgilendiğim için reflekslerim gayet gelişmişti. Kendimi kenara çektim ve çok ciddi bir olayın ortasında olduğumu fark ettim. Bu bir rüya bile olsa hayatımı koruma içgüdüm hiçbir yere kaybolmamıştı. Bana gelene kadar kılıcını çekmiş olan Gladyatör'ün hamlesini kalkanımla durdurdum. Başka bir atağını da kılıcımla durdurdum ve kalkanımla onu ittim. Birkaç dakika sadece savunmayla meşgul olduktan sonra filmlerden izleyerek öğrendiğim taktiklerle eskrim öğretmenimin öğrettiği hamleleri birleştirerek saldırıya geçtim. Gladyatörün yorulduğunu düşünüyordum ama hiç de öyle olmamıştı. O da benim hamlelerimi durduruyordu. Bu sırada aklımdan "Bu tür düelloların eğitimini almış birine karşı nasıl bir şansım olabilir ki?" diye geçirdim. Nasıl olduğunu anlamasam da zihnimde bir ses yankılandı. Güçlü bir sesti bu, bütün hücrelerimde savaşma isteği uyandırıyordu. "Hiç endişelenme melez. Karşındaki basit bir köle. Onu bulduğumuzda yıllardır bir zindanda yattığını söyledi. Yani sen daha büyük bir avantaja sahipsin."dedi. Normalde başkalarının dediklerine inanmazdım ama nedense bu adama inanmak istedim. Kazandığım özgüven ve sesin verdiği cesaretle saldırıya başladım. İlk birkaç hamlede beni durdurmayı başaran Gladyatör, yorulduğu zaman artık pes etmek üzereydi. Kalkanımla karnına vurdum ve kendine gelmesine fırsat vermeden kılıcımla kılıcını elinden düşürdüm. Onu öldürmekte tereddüt etmiştim. Seyircilerin bağırmaları arasında kılıcımı havaya kaldırdım ve o sırada yine yer ayaklarımın altından kaydı.
Diğerinden daha kısa süren bir yolculuğun ardından kendimi bir ormanda buldum. Etrafımda hiçbir şey yoktu. Sonunda kurtulduğumu düşündüğüm sırada karşıma bir başka canavar çıktı. Bu yaratık bir yerden tanıdık geliyordu açıkçası. Kafası bir insan kafasıydı. Vücuduysa aslan gövdesi, kuş kanatları ve pençelerinden oluşuyordu. Kuyruğuysa yılan kuyruğu gibiydi. Birden bu yaratığın bir Sfenks olduğunu hatırladım. Çok ciddi duruyordu, pek saldıracak gibi de durmuyordu. Bana iyice yaklaştığında kendimi korumak için elimde duran kılıcı kaldırdım. Sfenks bana "Sakin ol melez. Eğer bilmeceme doğru cevap verirsen yaşamana izin veririm. Ama yanlış bir cevap sonucu seni birkaç saniyede yok ederim." dedi. "Aman ne güzel." diye düşündüm ve Sfenks'e "Pekala, o zaman sorunu bekliyorum." dedim. Sfenks sesini iyice yükselterek:
"Ne dersem yaparsın kış gecesinde Isınayım diye, iki kemikle. Sonra başı, yarına güvenmenin. Ya da sonu, çözmek istediğinin. Üçüncüyse bir ek, kullanılacak, Dün değil, bugün de; yarın olacak. Şimdi de güzelce birleştir şöyle, Öpmeyeceğin şey ne, bana söyle."* dedi. İlk başta neye uğradığımı şaşırdım. Hiç bu kadar uzun ve karmaşık bir bilmece duymamıştım. Sfenks bir taş gibi cevabımı bekliyordu ama benim düşünmem gerekiyordu. Ne yapabileceğimi düşünürken dizeleri unutmaya başladığımı fark ettim. Sfenks bir daha okuduğunda ilk ipucunu buldum. "Üçüncüsüyse bir ek" demek ki bu bilmece parçalara ayrılmıştı ve tek tek gitmem gerekiyordu. En açık olan dize, ipucunu bulduğum dizeydi. Sfenks'ten bu ve bundan sonraki dizeyi bir daha okumasını istedim. Bir ek. Yani -mak gibi, -ler gibi bir şeydi bu. Alttaki dizede "Dün değil, bugün de; yarın olacak." diyordu. Bunu sesli olarak birkaç defa söyledim ve bir anda kafama dank etti. Gelecek zaman eki olan -acak, -ecek son ipucuydu. Şimdi diğerlerini çözmem gerekiyordu. Sfenks'e son ipucunu çözdüğümü söyledim. İlk iki dizeyi okumasını rica ettim. Kış gecesinde ısınmak için ne yapılırdı ki? Sıcak çikolataya bayılırdım. Ama o iki kemik arasında değildi. Hem kemik arasındaki ne beni ısıtabilirdi ki? Kemik... Uzun, bembayaz bir nesne. Isınmama yardımcı olacak. Kemik diyince aklıma korsanların sembolleri geliyordu. Birbiri üzerinde iki kemik. Çarpı şeklindelerdi. Acaba bayrağa sarınarak mı ısınmam gerekiyordu? Hayır canım, kazak giyerek ısınılırdı. Bu kış çok soğuk geçince annem bana kalın bir kazak örmüştü hatta. İşte bu! İlk ipucu örmekle alakalı bir şeyler olmalıydı. Kemikler de şişti. İkinci ipucuysa çok karmaşıktı. Birkaç defa yüksek sesle tekrar ettim. Üçüncü ipucudaki gibi bir şeyler kapabilmeyi umuyordum. "Yarına güvenmenin." Yarına güvenmek inançlı olmakla alakalıydı. Annem her kötü olayın ardından yarının iyi şeyler getireceğini söyler ve "Hayat dardır, doğru, ama ümit de geniş."** derdi. Buradan bir şey çıkaramayınca diğer dizeye geçtim. Orada da bir çözümden bahsediyordu. Ne çözebilirdim? Şu an bir bilmece çözmeye çalışıyordum. Birbirinin içine geçmiş, düğüme dönüşmüş bir bilmeceyi. İyi de ümitle düğümün ne ortak yanı vardı ki? "Tabi ya, ümidin başı da, düğümün sonu da üm!" diye heyecanla bağırdım. Şimdi hepsini birleştirip öpmek istemeyeceğim bir şey bulmalıydım. Örmek, üm, acak? Birkaç dakika düşündükten sonra kafamı heyecanla kaldırdım ve Sfenks'e bakıp neredeyse bağırarak "Buldum! Şifre örümcek." dedim. Sfenks'in dudakları kısa bir süreliğine gülümser gibi oldu. Sonra da "Tebrikler melez, bilmeceyi başarıyla çözdün. Şimdi gidebilirsin." dedi. Sonra da ortadan yok oldu. Onun eskiden durduğu yerin arkasında şimdi bir kemer görünüyordu. Üzerindeki yazıları bu kadar uzaktan okuyamadığım için yürümeye başladım.
Birkaç dakika yürümemiştim ki karşıma yine canavar-adamlar çıktı. Yanlarında da Gaea vardı. Elbisesi değişmişti. Bu sefer yürüyen bir ağaç gibiydi, ama hem genç görünüyordu hem de olgunlaşmış. Yine gözlerimi üzerinden alamadım ama bu sırada öfkeden köpürmüş bir şekilde bana baktığını gördüm. Sesi çok derinden geliyordu ve çift sesli gibiydi. "Theodor Carter, Tanrılar'ın seninle oynadığını söyledim. Ama beni dinlemek yerine bütün mücadelelerde didindin. Beni çağırdığın anda gelecektim ama beni bir an olsun düşünmedin. Şimdi karşına çıkaracağım Namea Aslanı ile sonun gelmiş olacak." dedi ve hışımla arkasını dönüp toprağa dönüşerek yok oldu. Onun toprakları birikerek ve uçarak bir aslan figürü oluşturdular. Bu aslan Sfenks'ten daha farklıydı, çünkü kafası da, kuyruğu da, vücudu ad aslandı ve derisi adeta parıldıyordu. Dikkatli bakınca gerçekten parladığını fark ettim. Bronz ya da altın bir derisi vardı. Bunu elimdeki basit kılıçla kesmem imkansızdı. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. "Sanırım her şey buraya kadarmış, bütün mücadelelerim bir hiç uğrunaymış." diye düşünürken Namea Aslanı üzerime atladı. Ondan zor bela kurtulduğum sırada aslanın pençesini sırtımda hissettim. Böyle bir ağrıyı tarif etmek imkansızdı, çünkü omurgalarımın kırıldığından şüpheleniyordum. Hareket edebileceğimden şüphe ederken aslan üstüme çıktı. Bu sırada da sol kolumu ezmeyi ihmal etmemişti. Tam kafamı koparmaya hazırlanırken uzaktan nal sesleri duymaya başladım.
Üç dört tane atın bize doğru koştuğunu düşünmeye başladığım sırada karşıma bir Sentor çıktı. Artık beni hiçbir şey şaşırtmadığı için ve hayatla tüm bağlarımı kestiğim için ölümümün nasıl olacağını önemsemiyordum. Fakat bu Sentor hiç beklemediğim bir şey yaparak beni Namea Aslanı'nın altından çekti. Bunu nasıl başardığına dair hiçbir fikrim yoktu, ama bilincim kapanmak üzereydi ve bunları düşünebilecek kadar enerjim yoktu. Sentor kulağıma doğru "Tanrılar yaptıklarına çok pişmanlar Theodor. Gaea'nın bu işe karışacaklarını planlayamamışlardı. Şimdi Ares ve Hephaistos senin için bir kılıç yapmaya gittiler. Hermes zaten bu işte yoktu. Poseidon ve Hades ise Olimpos'a çok nadir gelirler. Tanrıçaların hepsi karşıydı. Zeus, yani kardeşim, basit bir özürle yetinecektir. Apollonsa Kamp'ta bizi bekliyor. Bizzat onun tarafından iyileştirecek olmak harika bir onurdur."dedi. Söylediği şeylerin çoğunu anlamamıştım. Ama Apollon adını duyunca aklıma Gaea'nın söylediği şey geldi. Sentor "...Bense sana bir Satir göndermekle ilgilenmeliydim. Bu arada adım Kheiron-" dediği sırada sözünü kestim ve güçcüz bir sesle "Apollon... Gaea onun babam olduğunu söyledi. Bu doğru mu?" dedim. Kheiron bir an bana baktı ve "Bunu ben bilemem melez dostum. Ama kendini iyi hissettiğinde bizzat kendisine sorabilirsin." dedi. Sonraysa uzaktan gördüğüm kemeri gördüm. Üzerinde "Melez Kampı'na Hoşgeldiniz." yazıyordu. Bu yazıyı okuduktan sonra kendimden geçtim... *:Bilmeceyi Harry Potter ve Ateş Kadehi'nden aldım. Ama çözüm kısmını kendim yazdım. Umarım sorun olmaz. **:Goethe'nin sözü. | |
|
Athena Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Mesaj Sayısı : 5210 Kayıt tarihi : 16/08/10
| Konu: Geri: Theodor Carter (2. Rp) Ptsi Mayıs 16, 2011 9:25 am | |
| Rp puanı: 100, tebrikler.
/Admin. | |
|