Tek amacım, kamp dışında biraz dolaşmaktı. Şu sıralar canım çok sıkılıyordu. Peşime de kimseyi takmak istemiyordum. Sabah erkenden kendime küçük bir çanta hazırlayarak kulübemden çıktım. Henüz hiç kimse, -kardeşlerimde dahil olmak üzere- yataklarından kalkmamıştı. Kuşların cıvıl cıvıl ötüşleri arasında Pegasus Ahırları'na giderek Tulpar'ı aldım. Cebimden çıkardığım birkaç kesme şekeri Tulpar'a vermemle birlikte Tulpar bir yere gideceğimizi anlamıştı. ''Evet Tulpar, canım çok sıkıldı, biraz gezmeye ne dersin?'' derken bir yandan da Tulpar'ı dışarı çıkarıyordum. Pegasuslarla konuşamıyor olabilirim fakat Tulpar'ın 'Evet' der gibi bana baktığını çok açık bir şekilde anlayabiliyordum. Dışarı çıkmamızın ardından hemen Tulpar'ın üstüne bindim ve havalandık. ''New York'a gidiyoruz, Tulpar.'' dememin ardından Tulpar biraz daha havalandı. Kısa süre içinde New York'taydık.
Biraz gezmekten ne çıkardıki? New York'a indiğimizde hemen Tulpar'ın üzerinden indim ve yürümeye başladım. Tulpar hemencecik ortadan kaybolmuştu. Biraz yürüyüp, etrafı kolaçan ettim. Bugün canavarların tatil günüydü herhalde, etrafta hiçbir canavar yoktu. Yani şimdilik... Yinede hazırda bulunmak en iyisiydi. Cenavarların ne zaman, nereden çıkacağı hiçbir zaman belli olmuyordu. Tekrar bir köşeyi dönmüştüm. Yoluma devam edecektim, hepsi bu. Ama aniden önüme çıkan şeyle irkildim. Karşıma çıkan bu şeyi tanımlamak için kelimeler yetmiyordu. Sanırım, bu bir Chimera'ydı. Evet, sadece adını biliyorum. Fakat, çok kötü bir canavardı ve büyük bir hızla üstüme doğru geliyordu. Belki de, o sırada yapmaman gereken bir şey yapmıştım. ''İmdat!'' diye bağırdım. Sesim normalden çok daha fazla çıkmıştı. Çevremdeki insanlar bana saf saf bakarken, deli olduğumu zannedip gülmelerine dayanamıyordum. Canavar bu sefer tamamen üstüme atlamak üzereydi. Aramızda sadece birkaç metre kalmıştı ki daha adını bile bilmediğim biri yardımıma koşmuştu. Ah, ne kadar da şanslıydım.