Gözlerimi pencerenin dışında görünen mürekkep rengindeki gökyüzüne dikmiş, bir hayalet kadar sessiz bir biçimde oturuyordum pencerenin pervazında. Melezlerin başına bela olan saçma sapan rüyalar sağolsun, bir gece daha uykum kaçmıştı. Üzerinde fazla düşünmemeye, kafamı boşaltmaya çalışıyordum ama sinsi bir hastalık gibi yer etmişti beynimde. Karanlığın içinden heyula gibi, uğursuzca beliren ve bir şekilde beni davet eden baraj, gözlerimin önünden gitmiyordu bir türlü. Yola çıkmak isteyip istemediğimden emin bile değildim. Korku değildi benliğimi esir eden düşünce. Şüphe her şeyi bastırarak daha da ön plana çıkıyordu. Durduk yerde neden bir baraja, hem de gecenin köründe, gitmem gerekiyordu ki? Suratımı asarak biraz daha boş boş bakınmaya devam ettim. En son ihtiyacım olan şey hafif bir hayal kırıklığıydı. Bu kampa geldiğimden beri kaç tane göreve çıkmıştım, bundan ne diye kaçacaktım ki? Hiç yorulmazdım bir şeyler yapmaktan, hele söz kavga dövüşe gelince, sıkılmazdım da. Mantığım ve egom kendi arasında savaş verirken iç geçirdim ve ayağa kalktım. Lanet olsun, nereye gideceğimi bile bilmiyordum. Ama bir şey yapmadan oturmak da bana göre değildi. Rahat kıyafetlerimin üzerine, sabahın soğuğunda üşümemek için ceketimi aldım. Sonra da göreve çıkarken yanıma almaya alıştığım sırt çantasını kapıp içine biraz kıyafet, para, bir tane nektar şişesi ve bir paket de ambrosia koyduktan sonra dışarı çıktım.
Dışarısı tam da beklediğim gibi baya soğuktu. Kollarımı kendime doladım ve pegasus ahırlarına doğru yol almak için ormana girdim. Bu saatte Onyx'i almamın bir fark yaratacağını düşünmüyordum. Gideceğim yer her neredeyse, ona ihtiyacım olacaktı. Orman olabildiğince gürültüsüz ve sakindi, kafayı bulmuş gibi görünen bir orman perisi hariç hiçbir canlı varlıkla karşılaşmamıştım. Sanırım beni bir satire benzetmişti; bana göz kırpıp öpücük yolladıktan sonra kıkırdadı ve tekrar ağacının içinde gözden kayboldu. Gözlerimi devirerek başımı iki yana salladım ve ahırlara doğru yürümeye devam ettim. Etrafta kimsenin olmaması beni rahatlatmıştı. Ahırın kapısını ses çıkarmamaya özen göstererek açtım. İçerisi karanlıktı, çıt çıkmıyordu. Karanlıkta görmekte bir zorluk çekmediğim için hızla ilerledim ve Onyx'in bölmesine girdim. Gece rengindeki pegasusum derin uykudaydı. 'Onyx!' diye fısıldadım yüksek sesle. Birkaç kere yapınca, sonunda gözlerini açtı ve yakınır gibi alçak sesle kişnedi. 'Sessiz ol!' dedim yine aynı tonda bir fısıltıyla. 'Hadi, gitmemiz lazım.' Sitemkar bir bakış vardı pegasusun gözlerinde. Onu suçlayamıyordum. Benim de pek farklı olduğum söylenemezdi zaten. Yine de beni takip etti Onyx ve birlikte ahırın kapısına gittik. O anda aklıma bir şey geldi. 'Dur bakalım oğlum.' Gerçi sabahın köründe birilerinin bizi görmesi pek de olası değildi, ama tedbirli davranmakta fayda vardı. Gözlerimi kapatıp kısa bir anlığına odaklandım ve içimde, kalbime yakın bir yerde belirmeye başlayan tuhaf hissin yayılmasını, beni ve Onyx'i kaplamasını bekledim sabırla. Bir iki saniye sonra gözlerimi açtım ve pegasusa bakarak, 'Tamam, gidebiliriz.' dedim. Başarılı olup olmadığımı kontrol etmeme gerek yoktu, çünkü ilk başlarda çekindiğim ve istemediğim özel gücüme yeterince hakim olmaya başlamıştım. Tam bir adım atacaktım ki, hızla yaklaşan adım seslerini duydum. Ah, böyle durumlarda insanın görünmez olabilmesi güzel oluyor, yoksa yanımdan geçen çocuk beni hemen fark ederdi. Yüzüne bakınca, bunun Marcus olduğunu fark ettim. Bu saatte ne işi vardı ki burada? Onyx'e binip uzaklaşabilirdim, ama içimden bir his onu takip etmemi söylemişti. Bu yüzden homurdanarak ilerlemeye çalışan Onyx'i durdurdum. Biraz sonra Zeus'un oğlu, yanında pegasusuyla birlikte dışarı çıktı. O pegasusunun üstüne çıktığında, ben de Onyx'e bindim. 'Pekala oğlum. Şu öndeki çelimsiz tipi takip edeceksin.' Tabii bir de Roma'lı bir melez olduğu için Marcus'un çelimsiz bir hali yoktu, ama güne güzel başlamak istiyordum. Kumar oynuyordum aslında, Marcus eğer düşündüğüm yere gitmeyecekse, bu yolumu gereğinden fazla uzatabilirdi. Yine de acelem olmadığını düşünerek sırıttım. Sonuçta bu oyunda benim de kendime göre kurallarım vardı.
Yolculuk gereğinden fazla uzun sürüp de artık gün ağarmaya başladığında, ben de sıkılmış ve yanlış yolda olduğumu düşünmeye başlamıştım bile. Gücüm de çoktan deaktive olmuştu, ama ne kendimi, ne de Onyx'i tekrar görünmez yapmıştım. Marcus bir anda arkaya dönme kararı almadığı sürece beni görecek değildi ya. Ancak, ilk bakışta rüyamda gördüğüm yer olduğunu anladığım büyük bir baraja doğru alçaldığımızı görünce kendimi huzursuz ettim ve görünmezlik kalkanını, kendimi ve pegasusumu kaplayacak şekilde bir kez daha aktive ettim. Onyx öyle yumuşak bir iniş yapmıştı ki hilemiz bozulmamıştı. O anda hissettiğim rahatsız edici derecede güçlü bir varlık, tuhaf bir hissin omuriliğimden başlayarak bütün vücuduma yayılmasına neden oldu. Burada Marcus ve benim haricimde başka biri daha vardı. Hızla kısa kılıcımı çekerek savurdum ve yumuşak bir dokuyu kestiğini hissettim. Saldırdığım kişiyi kısa bir anlığına görmemle, bir anda bir elektrik şokunun bedenimi çarpması bir oldu. Hayatımda daha önce hiç böyle bir şey hissetmemiştim. Bütün hücrelerim, kemiklerim, organlarım... Beni fiziksel bir bütün yapan her şey sanki eriyor, yanıyor ve küle dönüşüyordu. O sırada birinin telaşlı ve sinir olmuş sesini duydum. 'Lanet olsun, Allen, az kalsın beni öldürecektin.' Ters ters baktım Marcus'un yüzüne. Ben onu öldürecektim, öyle mi? Kendime gelmeye çalışırken başımı ovuşturdum. 'Bunu bir daha denemeyelim.' dedim dişlerimin arasından. O sırada beni rahatsız eden varlığı fark eden Marcus arkasına döndü. Ben de o yöne bakınca, ancak bir tanrıça olabileceğini düşündüğüm güzel bir kadın gördüm. Bize bakıp, 'Melezler, çabucak buraya geldiğinize sevindim.' demişti. Tanrıça Demeter mi? Daha önce hiç karşılaşmadığım tanrıçalardan biriydi. Marcus'un onu selamladığını görünce, istemeye istemeye ben de tanrıçanın önünde eğildim. Tekrar doğrulduğumda, kadının gözlerine bakarak, 'Tanrıça Demeter, sormamın bir mahsuru yoksa, bizi buraya ne amaçla çağırdınız?' diye sordum. Tanrıça bizi şöyle bir süzdükten sonra konuşmaya başladı. 'Kızım Persephone'ye iletilmesini istediğim bir mektup var. Kendim gidemem, çünkü Hades'in krallığına mecbur kalmadıkça girmeyi sevmiyorum.' Marcus ve ben çaktırmadan birbirimize baktık. Bunun için gecenin bir vakti uyandırıldığımıza inanamıyor gibiydik. Bu kadar saçmasapan görevlere bile çıkabiliyorduk işte. Tanrıça, sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi, 'Bu mektubun zamanında yerine ulaşması çok önemli. Size bu konuda güvenebileceğimi düşünüyorum.' dedi. Bir süre duraksamadan sonra Marcus, 'Güvenebilirsiniz, tanrıçam. Yüzünüzü kara çıkarmayacağız.' dedi kendinden emin bir sesle. Ben o kadar pozitif değildim, ama sesimi çıkarmadan başımı sallamakla yetindim sadece. Bir sonraki durak Ceza Tarlaları olacaktı.