1- Tanrı/Tanrıça ebeveyninle ilk karşılaşmanızın rpsini yaz.
Mekan: Empire State Binası/Olimpos
Katılacaklar: Sadece sen.
(Ebeveynin olan Tanrı sitede varsa, kendisinden sana katılmasını isteyebilir, birlikte rp yapabilirsiniz.)
14- Tanrı ebeveynin tarafından sana bir sihirli eşya verilmesiyle ilgili rp yazacaksın.
Mekan: İstediğin yer
Katılacaklar: Sen ve ebeveynin.
(Ebeveynin
oyunda olan bir karakterse, sana eşlik etmesini isteyebilirsin. Rp
bittikten sonra sihirli eşyanın profilinde görünmesi için 'karakter'
kategorisinden mesaj yaz.)
Tristan bunu yapmaması gerektiğini bilmesine rağmen kendini tutamayarak pegasus ahırlarındaki sahipsiz uçan atlardan birini kibar bir tabirle habersiz bir şekilde ödünç alarak, alacakaranlık vakti kamptan kaçtı. Harpya isimli şeylere rastlamadığı için kendini şanslı saymasına rağmen telaşlıydı çünkü bu onun ilk pegasus kullanışıydı. Belki vaktini orada burada aylak aylak gezinerek geçirmek yerine dersliklere gidip binicilik dersi alsaydı, metrelerce yüksekten yere çakılma korkusu yaşamayacaktı. Bunun için kendini de suçlayamıyordu gerçi, sonuçta hala yeni hayatına alışma evresindeydi ve kimse fazla üstüne gitmezken onun kendini kasması saçma olurdu. Bu rahatlık dönemini daha fazla uzatamayacağının da farkındaydı, yakında ciddi şekilde çalışmaya başlaması gerekiyordu. Kulübesindeki kardeşlerine karşı yerine getirmesi gereken birtakım sorumlulukları vardı ve Tristan asla sorumluluklardan kaçan bir çocuk olmamıştı, bundan sonra da olmaya niyeti yoktu. Onu anlamayacağını düşündüğü halde pegasusunun kulağına eğilerek "Empire State Binası'na gideceğiz." dedi. New York'u avucunun içi gibi biliyordu fakat bir pegasusun sırtında gökyüzünde uçarken binalar ona eski anılarını çağrıştırmaktan çok uzak geliyordu. İşini tamamen şansa -yani sırtında olduğu pegasusa- bırakmıştı. Bilinçsizliklerle ve soru işaretleriyle dolu bir yolculuğun ardından pegasus, Tristan'ı çok şaşırtacak şekilde Empire State Binası'nın önüne iniş yaptı. Hermes oğlu o anda, bu uçan atları fazla küçümsemiş olduğunu anladı. Pegasus onun dediklerini anlamış veya gitmek istediği yeri bir şekilde hissetmiş ve neticede onu Olimpos'un girişinin bulunduğu yere getirmişti. Tristan pegasusa hızlıca teşekkür ettikten sonra başını yukarı kaldırıp heybetli binaya göz attı. Kampta öğrendiği kadarıyla bu binanın 600. katında Tanrıların Şehri olarak da bilinen Olimpos bulunuyordu. Bu, hiç inandırıcı gelmiyordu ama gecenin köründe bir uçan at ile New York sokaklarının tepesinde süzüldükten sonra fantastik dünyaya kendini çok daha yakın hissetmeye başlamıştı. Derin bir nefes aldıktan sonra aralarında bir bağın oluştuğunu hissettiği pegasusa "Hoşça kal." dedi ve binadan içeri girdi. Alacakaranlık vaktini yeni yeni geride bırakıyor olmalarına rağmen binanın kapısı açıktı, içeride de resepsiyon masasının arkasında oturan bir görevli vardı. Aslında görevlinin oturduğunu söylemek yanlış olurdu; Ağzından salyalar akan adam başını masanın üzerine dayamış, kim bilir kaçıncı rüyasını görmekteydi. Tristan gözlerini devirdikten sonra tanrıların yetersiz koruması hakkında birkaç eleştiri mırıldandıktan sonra görevlinin yanına geçerek etrafı karıştırmaya başladı. En sonunda üzerinde nereden anladığını bilmediği şekilde 'Zeus' yazan, altından görünümlü bir anahtar buldu. Anahtarın diğer yüzünde 600 sayısının yer aldığını görünce, bunun aradığı anahtar olduğunu anladı. Gülümseyerek asansörlerin yolunu tuttu. Bu iş, sandığından daha kolay olmuştu.
'''
Ona yıllarca sürmüş gibi gelen bir yolculuğun ardından kendini Olimpos Şehri'nde buldu. Midesindeki çalkalanmanın durulması için her an düşüşe geçecekmiş gibi görünen köprünün üzerinde beş dakika kadar hareketsiz bekledi. Hazır olduğuna kanaat getirdikten sonra da köprünün üzerinde ilerlemeye başladı. Ne kadar uzunlukta olduğunu bilmediği bir süre boyunca yürümeye devam ettikten sonra karşısına görkemli bir bina çıktı. Aslında Tanrıların Konseyi olduğunu tahmin ettiği bu divana bina demek büyük haksızlık olurdu. Tristan kendini cesaretlendirme çabasıyla birkaç derin nefes aldıktan sonra devasa büyüklükteki kapıyı tüm gücüyle ittirdi ve onun hareket etmesini sağladı. Kapı ardına kadar açıldığında oradan kaçmak istedi ama bunu yapmadı, henüz tam olarak inanmıyor olsa da sonuçta o bir yarı-tanrıydı. Cesaret onda olması gereken bir duyguydu. Alnında biriken ter damlalarına aldırış etmemeye çalışarak içeri girdi ve birbirinden oldukça farklı tasarımlara sahip olan 12 devasa taht ile karşılaştı. Şansına, tahtlardan yalnızca sol yanda ona en yakın olanı doluydu. Buradaki tahtların dizilişi kamptaki omega şeklinin biraz daha sade versiyonu olduğuna göre, şu anda dolu olan tahtın numarası 11 olmalıydı. 11, Tristan'ın kaldığı kulübenin, yani ebeveyninin numarasıydı. Hermes oğlu telaşla tahta birkaç adım yaklaştıktan sonra babasının önünde eğilerek "Tanrı Hermes." dedi. Yapmak istediği, babasına duyduğu sadakati bildirmekti. Nasıl bir tepkiyle karşılaşacağını bilemeyen Tristan bakışlarını tekrar babasına çevirdiğinde, onun oğlu gibi normal insan boyutlarına geçmiş bir şekilde, Tristan'a yaklaşmakta olduğunu gördü. Tanrı Hermes hiç de düşündüğü gibi bir tanrı değildi. Eski moda bir Yunan elbisesi giymemiş, saçına o tuhaf taçlardan takmamıştı. Aksine, üzerindeki turuncu eşofmanlar ve elindeki son model cep telefonuyla oldukça modern duruyordu. Belki de Ulakların Tanrısı, Olimpos'un en çağa ayak uydurmuş tanrılarındandı. Zaten Tristan'ın kampta duyduğuna göre, internet isimli mucizeyi bulan kişi de, onun babasıydı. İçi tarif bile edemeyeceği kadar büyük bir gururla dolmuş olan Tristan kendine hakim olamayarak gülümsedi ve babasından da aynı şekilde bir karşılık aldı. Bir süre ne yapacağını bilemeyerek bekledikten sonra babasının konuşmaya başlamasıyla tüm endişesi dağıldı. Tanrı Hermes ondan beklenmeyecek kadar sevecen bir ses tonuyla "Merhaba oğlum." dedi. Tristan gecikmeli de olsa ona "Merhaba Tanrı Herm- Baba." demeyi başardı. Aralarında kısa süren bir klasik tanışma seremonisi yaşandı, daha sonra Tanrı Hermes ona bir hediye vereceğini söyleyerek Tristan'ı merakta bıraktı. Tristan heyecanla bunun nasıl bir hediye olacağının hayallerini kurarken babası elinde tıpkı kendisininkine benzer, son model bir cep telefonu oluşturdu. Tristan hayretle canavarlarla dolu bir dünyada bunu nasıl kullanacağına kafa yormaya başlamışken Hermes "Merak etme, bu telefon canavar çekmeyen özel büyülerle hazırlandı." diyerek oğlunu rahatlattı. Tristan'ın üst üste ettiği teşekkürlerin ardından babası, telefonun özelliklerini anlatmaya başladı. "Bu telefon canavar korkusu duymadan istediklerinle haberleşmeni sağlıyor, aynı zamanda şuradaki kırmızı tuşa basarak ne zaman gerek duysan benimle görüntülü konuşma yapabilirsin. Asıl önemli özelliğe gelecek olursak, telefonun ekranını bir nesneye doğrultup üzerindeki yeşil tuşa bastığın ve tuşlarla bir adres yazdığın zaman, eşya adresini yazmış olduğun yere postalanıyor. Nasıl ama? Son icadım." diyen babasına sarılmamak için Tristan kendini güçlükle tuttu. Konuşmaları bittiğinde Hermes oğlundan gözlerini kapatmasını istedi. Tristan gözlerini açtığında kendini Melez Kampı'nda, kulübesinde buldu. Işık hızında yokladığı ceplerinin birindeyse, yeni bebeği, Hermes yapımı son model cep telefonu duruyordu. "Yarın bu bebekle herkese hava atacağım." dedikten sonra güneşin yavaş yavaş doğmakta olduğunu umursamayarak uyumak için yatağına gitti. Şimdi, uzun zamandır olmadığı kadar mutluydu ve mutluluğunu güzel bir uyku çekerek ödüllendirmek istiyordu.