Sabah alarmın sesi ile uyandım. Alarm 3. kez tekrarladığı için geç kalmıştım. Hemen yataktan kalkıp, üstümü giymeye ve elime geçirdiğim kitap, defterleri çantama doldurmaya başladım. Koşa koşa dışarı çıktım. Hava kapalıydı. Büyük ihtimal yağmur yağacaktı. Yağmuru severim; çoğu insan yağmurdan nefret etse de kendimi yağmurda bulurum. Koşarken bir kaç kişiye çarpıp onların kötü bakışlarına maruz kaldım fakat sonunda okula ulaştım. Okul kapısından içeri girdiğimde kimsecikler yoktu koridorda. Kendi kendime “Şimdi yandım.” dedim. Hemen sınıfa doğru koşmaya başladım. Nefes nefese kalmıştım. Sınıfın kapısının önünde durup biraz dinlendim. Kapıyı çalıp içeri girdikten sonra “Geç kaldığım için özür dilerim Bayan Josephine.” deyip yerime yöneliyordum ki “Ben size oturabilirsiniz dedim mi Bay Felix?” diye bir ses duydum. “Efendim?” diyerek Bayan Josephine’e döndüm. “Size oturmanızı söylemedim.” dedi. Ben de “O zaman ne yapayım?” diye bir soru yönelttim. “Lütfen dışarı çıkar mısınız?” dedi bana. Şaşkın bakışlar içinde dışarı çıktım. Koridorda 10 dakika falan bekledikten sonra zil çaldı. Çantamı yerden alıp sınıfa doğru yürüdüm. Sınıfa girerken Bayan Josephine ile göz göze gelmiştik. Pek de umursamadan yerime doğru geçtim. 2. ders de matematikti. 3 gün önce sınav olmuştuk –benim her zamanki gibi berbat geçmişti-. Öğretmenimiz bu ders sonuçları okuyacağını söylediğinde pek de umursamamıştım; nasıl olsa gene düşük alacaktım. Birkaç kişinin sonuçlarını okumuştu. Çoğu mutluydu. Tabii ben de A, B alsam ben de mutlu olurum. Sıra bana gelmişti. “Felix, F.”. Pek de şaşırmamıştım. Somurtkan bir yüz ifadesiyle kalem kutumdan (çevirme) kalemimi çıkardım ve çevirmeye başladım. Yanımda oturan Peter bana doğru dönüp “Bozma moralini be kanka.” dedi. Peter benim en yakım arkadaşımdır. Hatta tek arkadaşım diyebilirim.
Bütün gün her zamanki gibi kötü geçtikten sonra nihayet okul bitti. Eve doğru giderken hafif hafif yağmur da başlıyordu. Kendi evim vardı. Daha doğrusu annemin. Bu evin tapusu anneminmiş. Bu okula gelince burada kalırsın dedi. İlk geldiğimde ev berbat haldeydi. Boya, badana, eşya alımı vs derken güzel bir ev haline getirdim –çok da güzel değil sonuçta öğrenci evi-. Televizyon izleyip bilgisayarda takılırken saatin 17.00 olduğunu fark ettim. Dışarı baktığımda yağmur iyice hızlanmıştı. Evde yemek olmadığından –çoğu zaman olmaz- dışarıdan pizza sipariş ettim. 30 dakikaya pizza geldi. Dolapta son 1 bardaklık kalan kolayı da en sevdiğim bardağa döktükten sonra televizyonun karşısına yerleştim. Pizzamı afiyetle yedikten sonra pizza kutusunu ve boş kola şişesini çöpe atmak için dışarı çıktım. Tekrar eve girdiğimde biraz ders çalışmaya karar verdim. Karar versem ne olacak test kitaplarından bir soruyu bile zar zor çözüyorum. Harfler kafamda bir sağa bir sola doğru oynaşıyor. Saat 20.00 olmuştu. Dışarı baktığımda yağmurun biraz da olsa yavaşladığını gördüm.
Dışarı çıkmaya karar verdim. Yağmurluğumu giyip, mp3 çalarımı yanıma aldıktan sonra botlarımı giydim ve dışarı çıktım. Etrafta pek insan yoktu. İşte en sevdiğim şeylerden biri. Yağmur ve etrafta gürültünün olmaması. Keşke hep böyle olsa. Her zaman yürüdüğüm yere doğru adım adım gittim. Gittiğim yerde insan ve araba sayısı çok azdır. Çok uzak olmasa da biraz uzaktı gideceğim yer. Düzlük bir yerdi. Kendimi ne zaman kötü hissetsem burada yürürdüm. Oraya vardığımda keşke burası benim ülkem olsa diye düşündüm. Saat 20.30 olmuştu. Biraz yürüyüp ve kendimi Japanese Rock’a kaptırmışken birden arkamdan bir ses duydum “Merhaba bay Felix” Arkama baktığımda kimse yoktu. Biraz kıllanmaya başlamıştım. Tekrar aynı sesi duyduğumda hemen arkama baktım ve matematik öğretmenim Bayan Josephine’i gördüm. “Merhaba Bayan Josephine” dedim. Kafası yere doğru bakıyordu. Kafasını kaldırdığında gözlerinin kırmızı olduğunu fark ettim. Çok şaşırmıştım. Biraz geriye doğru gittikten sonra ceketinin yırtıldığını gördüm. Tamamen ceket yırtıldıktan sonra 2 tane kanat ortaya çıkmıştı. Çok geçmeden de bir Harpy’e dönüştü! Matematik öğretmenim şimdi bir Harpy’di. Ne yapacağımı şaşırdım. Yürüdüğüm yere doğru kaçmaya başladım. Kanatları olduğu için benden daha hızlıydı. Kısa bir sürede bana yetişti ve “İşin bitti Felix” dedi ve bana doğru saldırdı. Hemen yere doğru eğildim. “Hahahaha” diye güldü ve “Kaçamayacaksın!” dedi bana. Hala neler olduğunu anlamamıştım. Tekrar koşmaya başladım fakat bana yine yetişti. Tırnaklarımı sırtıma doğru sapladı bu sefer. Çok büyük acı çekiyordum. Bu acıyla yere düştüm ve kafamı yere çarptım. Elimi kafama attığımda elime kan bulaşmıştı. “Ne yapmalıydım?” “Ne yapabilirdim?” “Burada ölecek miyim?” diye düşünmeye başladım. Birden sıra arkadaşım Peter gözüktü. Gözlerim hafif hafif kapanıyordu. Zar zor seçtim onu ama elinde bir kılıç vardı. Kılıcını Harpy’e doğru salladı ve Harpy geri doğru çekilmek zorunda kaldı. Peter hızlı bir hamleyle kafasını uçurdu ve Harpy birden yok oldu. Bunları bulanık görüyordum ama emindim. İyice gözlerim kapanmıştı. Peter “Hadi hemen buradan gidiyoruz” dedi. Ben neler olduğunu anlayamadan beni omuzladı ve taşımaya başladı. Kısık bir sesle “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. O da “Zamanı geldi. Seni kampa götürüyorum” dedi. Ne kampıydı bu? Neler olacaktı? Hiç gücüm kalmadığı için kendimi Peter’ın kollarına bıraktım. Ve uykuya daldım…
Gözlerimi açtığımda karşımda Peter duruyordu. “Hadi be uykucu kalk artık. 3 gündür uyuyorsun.” dedi bana. 3 gün mü? Nasıl bu kadar uzun süredir uyuyorum. Elimi kafama attığımda bir bandaj ve acı hissettim. Olanları bir rüya sanıyordum ama galiba gerçekti. Peter’a dönüp neden buradayım dediğimde bana şunu söyledi: “Sen Su Tanrısı Poseidon’un oğlusun” ve bana babam hakkında bildiği her şeyi anlatmaya başladı…