İçeri adımımı attığım anda burnumu istila eden koku midemi yakıyor. Konu pegasuslar olsa da burası bir ahır. Kusmamak için her zaman cebimde taşıdığım yasemin kokulu mendilimi burnuma götürüyorum. Şimdi biraz daha iyiyim. Bu hayvanlarda başka bir şey var sanki. Anlamlı bakıyor gibiler. İçlerinden birine yaklaşıyorum. Aşağılayıcı bakışlar fırlatıp bir kenara çekiliyor. ‘Hey! Seni ucube.’ Kate’i kolundan tutup çekiştiriyorum. ‘Bana nasıl baktığını gördün mü? Ah çok umurumda sanki aptal hayvan!’ Beni duymuşçasına sert sert bir kez daha bakıyor yüzüme. Burada durup onunla tartıştığıma inanamıyorum. Bu kampın bende bir dengesizlik yarattığı kesin. Buraya geldiğimden beri ne doğru dürüst bir şeyler yiyebiliyorum ne de eskisi kadar mantıklı cümleler kurabiliyorum. Alışma evresinin bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim. Kate bana bir bakış fırlatıyor. Ne demek istediğini anlıyorum. Bir an önce seçme işine koyuluyorum. Bu benim için oldukça zor bir şey. Yürürken ayağım bir taşa takılıyor ve kendimi onun ayakları dibinde buluyorum. Kafamı kaldırdığımda ise kahverengi gözleriyle karşı karşıya geliyorum. Bu olağanüstü yaratık beni sevdi. Simsiyah olmasına rağmen tam başının ön tarafında küçük bir beyazlık var. Orayı okşuyorum. ‘Sanırım beni sevdin. Pekala, şimdi sana bir isim vermek gerek. Iıı. Ekler. Adın ekler olsun. Bu tatlıyı çok seviyorum ve sen en az onun kadar tatlısın’ Kampın dengemi bozduğunu sanırım söylemiştim. Pegasusuna tatlı ismi veren ilk kişi olup olmadığım düşüncesiyle ahırdan çıkıyorum