Olimpos Rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Olimpos Rpg

Percy Jackson ve Olimposlular ile Olimpos Kahramanları serilerinden esinlenilerek oluşturulmuş, zirvedeki rpg forum sitesi.
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Hypnos..

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Ashton L. Flamé
Ares'in Çocuğu
Ares'in Çocuğu
Ashton L. Flamé


Mesaj Sayısı : 42
Kayıt tarihi : 10/03/11

Hypnos.. Empty
MesajKonu: Hypnos..   Hypnos.. Icon_minitimeCuma Mart 11, 2011 10:48 pm

7 Haziran 2000 / ABD / New York
Korkmaya başlıyordu; içinde yalnız olmadığını haber veren lanet olası bir his vardı. Birkaç adım geri çekildi. Nefesini tutmuştu. Ama bunun pek bir yararı olduğu da söylenemezdi. Daha demin bir ölüme şahit olmuştu! Kendisine yakın olduğunu zanneden birine… Ama suçluluk duygusu hala bedeninin etrafında dolanmaya devam ediyordu. Suç onun muydu? Buna söylenecek bir cevap bulamıyordu. Belki o olmasa her şey daha iyi olacaktı. Onun doğmaması gerekirdi. Evet, ilk defa bir konuda haklı çıkmıştı. Düşüncelerini sonlandıracak bir şekilde ayak sesleri artmaya devam etti. Birden fazlaydılar… Lanet olsun. Sesleri duyuyordu. Ama bunlar ayak seslerinde daha farklıydı. Duymasına rağmen bunların somut bir şey olduğuna bile emin değildi. Rüyadaydı sanki. Zihninde konuşuyordu… Kim mi? Bunu o bile bilmiyordu. Çoktan almıştı başına belayı… Şimdi pes mi edecekti hemen? Elleriyle başını tutmuştu. Acıyordu… Bu fiziksel acıdan daha çok ruhsal bir acıydı. Sanki ruhu bedeninden süzülüyordu. Ölecek miydi yani? Her şey buraya kadar mıydı? Gözleri kararıyordu. Ölmemeliydi. Eğer bir işe karıştıysan devam etmelisin. Bilincini kaybederken yükselen çığlıkları bile duymuyordu. Dayanmalıydı. Bunu defalarca zihninde tekrar etmenin hiçbir işe yaramadığını söyleyebilirdiniz. Fakat o lanet olası korkusunu yenmeyi başarmıştı. Bu sadece bir geziydi… Eğer, adlarını bile tam olarak söyleyemediği canavarların ona saldıracağı bir gezi olacağını nereden bilebilirdi? Canavar… Evet, böyle hitap etmişti karşısında ki bedenlere. Saçmaladığının farkındaydı. Canavar mı? O, daha yunan tanrılarına inanmayan biriydi. Böyle bir düşünceyi kullanmak istemiyordu. Canavar… Sadece filmlerde olduğunu zannettiği ve soyut diye adlandırdığı doğaüstü bedenler. Ama burada sürekli filmlerde gördüğünüz gibi, insanlar üstün olmuyordu… Fiziksel ve ruhsal acıya daha fazla ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Birkaç saniye belki de. Ama onun için çoktan “zaman” adlı kavram durmuştu. Bir rüyadaydı… Uyanması gerekmez miydi? Normalde, rüyalarda insanlar ölmeden uyanıyordular ya! Ama bu bir rüya değildi… Evet! Bir kâbustu. Bunların asla gerçek olduğuna inanmayacaktı. İnanmayı seçmiyordu. Olanlardan sonra bile. Değer verdiği herkesi kaybetmişti. Daha ne olacaktı? Belki de ölmesi gerekiyordu. Sevdiklerine tekrar kavuşabilmek… Güzel hisler uyandırıyordu onda. Ayrıca, sevdikleri uğruna ölmek… Ölüm için güzel bir yol gibi gözüküyor… Ama ölmeyecekti. O kendi cennetinin içindeydi zaten. Gitmeyi sürekli arzuladığı New York’tu kendi cenneti. Gözlerini hafifçe araladı. Göremiyordu. Duyamıyordu. Hissedemiyordu. Hiçbir hissini kullanamıyordu. Karanlığın içinde hapsolmuş gibiydi. Tüm kasları uyuşmuştu. Bu da yerde yatmasının nedenini açıklıyordu. Bir saniye… Fısıltılar geliyordu hala kulağına. Yerde doğruldu. Artık fazla acı çekmiyordu. Bunun iyi bir şey mi yoksa kötü mü olduğunu kavrayamamıştı. Karanlık bozuluyordu… Etrafı taradı. Cesetler… Evet, etraf “yaratıkların” cesetleri ile kaplıydı. Ama hala anlam veremiyordu. O, ölmek üzereyken bunları kim öldürmüştü? “Güzel soru Eduard." Hızla arkasını döndü. Korkmaya başlıyordu; yalnız olmadığını haber veren o lanet his, bunu kanıtlamıştı. Eduard, adamın oturduğu kırık sandalyeye baktı. O geldiğinde bunun olmadığından emindi. Bunu fazla takmamaya karar verdi en sonunda. Canavarlarla savaşmıştı. Şimdi de kendiliğinden ortaya çıkan sandalyeyi mi garip buluyordu. Adamın tanıdık olduğunu sezdi. Emniyette olduğunu seziyordu. Adamın çarpık gülüşü ona bu hissi vermişti. Emin olduğu tek bir şey vardı. Güvendeydi en sonunda. O lanet olası rüyasından uyanmıştı…


5 Haziran 2000 / ABD / Phoenix
6 Eylül 1982’de Phoenix’de doğdu. Kendi şehrinden başka hiçbir yeri görmemişti. Evet, Büyük Kanyon’u bile görememişti. Zaten görmeyi istediği de söylenemezdi. Ailesi zengin ve görgülü tiplerdendi. Eduard ise ailesine hiç uymuyordu. Ailesinden daha farklı olarak canlıydı bir kere. Babasının ve annesinin evden çıktığı yoktu. Babası son bir yıl içerisinde işinden ayrılmıştı. Eduard’a gerçeği henüz söylemese de, o on sekiz yaşındaydı. Tahmin edebiliyordu. Şimdi de babası bir kitap yazmaya başlamıştı. Odasından hiç çıkmıyor, saçma sapan bir kitapla uğraşıyordu. Güzel yazsa kızmayacaktı. Fakat kim kitabın adını, “Daedalus’un Labirenti” yapardı ki? İşte ailesi bu durumdaydı. Bu zenginliklerinin kısa sürede yok olacağını bilen ve mitolojiye takmış bir aile. Eduard’a gelince, evde çok nadir duran ve vaktinin çoğunu dışarıda geçiren biriydi. Hatta onların oğlu olduğundan bile şüphelendiği oluyordu zaman zaman. Okula gelince, popüler sayılamazdı. Disleksi ve DEHB denen hastalıklara kapılmıştı. Aslında hastalık diyemezdi. Bu doğuştan gelen bir şeydi. Bunun için notları C’den yukarı çıkmıyordu. Hatta C alırsa bile mutlu olacak durumdaydı. Ailesi sürekli daha fazla ders çalışmasını söylüyordu. Özellikle üvey babası. Fakat beyni almıyordu işte! Harfler sürekli yer değiştiriyordu. Çok iğrenç bir durum olduğu söylenebilirdi. Daha önce dediği gibi Phoenix’te doğmuştu. Orası için ne denir bilirsiniz belki. Güneş Vadisi. Ne anlamamı geliyor? Eğer Phoenix’te yaşıyorsanız hayatınızda hiç yağmur veya kar tanesi görmemişsiniz demektir. Phoenix’de çok nadir olarak yağmur yağar. Belki üç yılda bir yağar. Yazın bu durumun daha da kötüleştiğini söylemeliydi sanırım. İşte yaşadığı şehirde böyleydi. Kısacası hayatı böyleydi. O sadece hayatına hala uyum uyduramamış biriydi. Biraz yeniliğin ne zararı olacaktı ki?

Koşmaya başlamıştı. İlk defa bir şansı olduğunu seziyordu. Bu şansıda kullanmalıydı. İlkti ve sonda olabilirdi. İnanamıyordu! Hayallerinin şehrine gitme şansı. Yakıcı güneşin altında evine doğru koşmak hiç eğlenceli değildi. Fakat bunların şuanda Eduard için pek önemli olmadığını söyleyebiliriz. Düşündüğü tek bir şey vardı. Bu lanet olası şehirden kurtulmak! Bunun için birkaç kez deneme yapmış fakat hepsinde başarısız olmuştu. Okulda ki bir afişin hayatını değiştireceğini (!) nereden bilebilirdi ki? Sonunda durdu. Hiç bu kadar mutlu olmadığını biliyordu. Ailesinin izin verme olasılığı %30 olsa bile umurunda değildi. Üstelik niye izin alıyordu ki? Eduard’ı duyan var mı? 18 yaşındaydı ve kararlarını kendi verebilirdi. Yalnızca ortadan kayboldu izlenimi vermek istemiyordu. “Eduard? Okuldan dönmek için biraz erken değil mi?” Gülümseyerek arkasını döndü. Üvey babasından başkası değildi. Her zaman o adamdan nefret etmiş, kendi isteğini yaptırmaya başlamıştı. Adamın gözlerine baktı. Niye mi erken dönmüştü? Gülmek istiyordu. Tabii ki okulu asmıştı. Her çocuk bunu yapardı zaten. Neredeyse her gün bunu yapıyordu. Babasının bu kadar şaşırdığını da merak etmiyor değildi. “Seni gördüğüme sevindim, Marcus. Profesör McLean bir gezi düzenliyor. Daha doğrusu bir yaz kampı. New York’ta. Gidecekleri kendi seçti. Tuhaf değil mi? Ayrıca Jess’de gelecek.” Dedi sahte bir gülümseme ile. Babasının cevabını biliyordu. Asla olmaz! Yaz kampı mı? Yürü gitsene sen. “Mr. McLean’da mı orada olacak?” Hı? Daha çok Jess ile ilgilenir diye tahmin ediyordu. Kim zavallı beden öğretmenlerini önemserdi ki? Üstelik parasızdı. Sanırım bunu eklemeyi unutmuştu. Aynı şaşkınlıkla cevap verdi Eduard. “Evet.” Ortalıkta ki gerilim çok fazlaydı. Bunları annesine sorması gerektiğini biliyordu. Üvey babasının hiç, bir şeye izin verdiğini görmemişti de. Ama tuhaf bir şekilde gülümsüyordu Marcus. –Üvey babasına adıyla hitap etmeyi sever.- Belki Eduard’dan kurtulma fikri ona çok cazip gelmişti. Eduard’da gülümsüyordu; eh, üvey babasından kurtulacağı için de. Ayrıca, hayallerinin şehri olan New York’ta dört haftalık bir kamp yapabilecek diye. Fakat bunun sadece dört hafta olmayacağını bilmeliydi. Hayatı şimdiden değişiyordu. Bunu yönlendirecek olan kendisiydi ve tuhaf bir hevesin esiri olmuştu…

7 Haziran 2000 / ABD / New York
Jess’i tanıtmak gerekirse, Eduard’ı anlayabilen tek kişidir. Eduard belki ona ailesinden bile daha fazla önem verir. Sanırım Jess’in Eduard’ın gözünde ki önemini anladınız. Onu kaybetmektense kendini asmayı tercih edecek bir durumdadır. Geziye onunda gelmesi Eduard için nasıl olduğunu tahmin edebilirsiniz sanırım. Geziye gelenler şaşılacak bir şekilde Jess ve ondan başkası değildiler. Bu durum her ne kadar korkunç olsa da Profesör McLean, komik aksanı ile “Oraya gittiğinizde sizi bir sürü kampçı karşılayacak.” Demeseydi kendini otobüsten atabilirdi. Evet, otobüs. Uçağa okulun veya Profesör McLean’ın (!) parası yetmiyordu. Ayrıca otobüsün şoförünün de McLean olduğu gözünden kaçmamıştı. Ama bu durumu kafaya takmayacaktı. En iyi arkadaşıyla güzel bir yaz tatili geçirecekti o kadar. Başka hiçbir şeyin moralini bozmasına izin vermeyecekti… Amerika’nın en büyük şehri diye adlandırılan New York… Uzun ve sıkıcı bir yolculuğun ardından ulaşmışlardı bu cennete. McLean bir yandan da ne yapacaklarını söylüyordu. Biraz yürüdükten sonra bir otele geleceğiz ve geceyi orada geçireceğiz. Yarında oradan kampa gideceğiz. Falan filan. Eduard’ın pek taktığı söylenemezdi McLean’ı. Yinede otelde geceleme fikri ona pek cazip gelmemişti. İçinde her an bir şeyler olabilirmiş gibi bir his vardı. Saçmaydı belki… Ama sadece kampa gitmek ve bu tatilin bozulmamasını kesinleştirmek istiyordu. Fakat McLean fazlasıyla ciddiydi bu konuda. Endişe ile etrafına baktıktan sonra yaklaşık on metre ileride ki otele doğru koşmaya başlamıştı. Gülerek Jess’e baktı. Sanırım bu adam kafayı yemişti. Fakat Jess’in onun gibi güldüğü söylenemezdi. Zaten New York’a geldiklerinden beri hiç konuştukları söylenemezdi. Jess sadece etrafına bakıyor ve dudağını ısırıyordu. Eduard’ın konuşmasına fırsat kalmadan Profesör McLean’ı takip etmeye başladı. Eduard yarın bu durumun geçeceğini sanıyordu. Birden herkes paranoyakça davranmaya başlamıştı. Sanki peşlerinde biri varmış gibi. Sanırım bu duruma alışsa iyi olurdu. Bir uykuya ihtiyacı olduğu söylenebilirdi. Bütün gün ayakta kalmış ve yorulmuştu. Otelin lüks olduğunu söyleyemeyecekti. Üstelik Mr. Mclean yanlışlıkla tek kişilik oda alınca… Zaten Mr. McLean’ın ve Jess’in uyuduğu söylenemezdi. Hatta Eduard bir ara tartıştıklarını bile duyduğunu söyleyebilirdi. Ama çoktan uyku, onu sarmıştı…

“Eduard! Öldü mü çocuk? Kalksana Ed!” Jess’in onu sarstığını hissedebiliyordu. Sabah olduğunu hiç sanmıyordu. Of! Uyanmaktan nefret ederdi. Hele sadece üç saat uyuyabilmişti! Gözlerini hafifçe araladı. Ortalık hala karanlıktı. “Lanet olsun. Ne var? Ne?” Ses tonu beklediğinden de sinirli çıkmıştı. Küfrederek Jess’i üzerinden attı. Bu bir şakaysa… Ki değildi. Bunun en iyi kanıtı ise otelin sallanmaya başlamasıydı. Deprem mi? Yapma ama. Neden tüm felaketler onu buluyordu? Gözleriyle etrafı taradı. Jess çok korkmuş görünüyordu. Ama neden? Of! Kahretsin. Jess ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Sanki kendiside ne olduğunu bilmiyormuş gibi. Eduard, ayağa kalktı ve kol saatine baktı. 4.00. Tanrı aşkına! Jess’e bir kere daha bağıracakken çocuk ondan önce davranmıştı. Eduard’ı tutarak koşmaya başladı. McLean neredeydi acaba? (!) Eduard sinirden deliye dönecek haldeydi. Kimse ne olduğunu açıklamayacak mıydı ona? Buradan sonra hatırlayabildiği şeyler sınırlıydı. Daha doğrusu tam olarak hatırlamıyordu. Jess’in Ed’i tutarak delicesine otelden çıkışı… Bir patlama… Evet! Bir patlama. Aslında tam olarak emin değildi. Sadece havaya savrulduğunu ve Jess’in haykırmalarını duyuyordu. Etraf alevlerle kaplıydı. Bunlar Eduard’ın gördüğü en korkunç sahnelerdi sanırım hayatında… Jess’in delice haykırmaları… “Kaç Eduard!” Boğazını yırtarcasına attığı çığlıkların çoğu böyleydi. McLean’da ortadan kaybolmuştu. Daha doğrusu Eduard öyle hatırlıyordu. Alevlerin içinden birinin çıktığını görebiliyordu. Bir bedendi. Ama bu insana ait olamazdı… Çoktan Eduard’ı da görmüştü. Hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Belki bir kâbus? Sanmıyordu… Her şey o kadar gerçekçiydi ki… Onun tek yapabildiği kaçmak olmuştu. Terk edilmiş sandığı bir eve. Daha doğrusu bir harabeye dese daha doğru olurdu. Kaçıyordu… Var gücüyle. Gözünden aktığı yaşları önemsemiyordu artık. Takip edildiğinin farkındaydı. Nereye kadar kaçabilirdi? Evin içine girmişti sonda. Etraf o kadar karanlıktı ki bir şey göremiyordu. Tek çaresi saklanmaktı ve kaçmaktı. İtiraf ediyordu ki…


Spoiler:


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Athena
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Athena


Mesaj Sayısı : 5210
Kayıt tarihi : 16/08/10

Hypnos.. Empty
MesajKonu: Geri: Hypnos..   Hypnos.. Icon_minitimeC.tesi Mart 12, 2011 4:34 am

Rp puanı: 100, tebrikler.


/Admin.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://olimpos.my-rpg.com
 
Hypnos..
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Karşımda Hypnos!
» Babam Hypnos.
» Hypnos'dan Görevler
» Hypnos Kulübesi / Duyurular
» Yeni bir hypnos çocuğu ...

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Olimpos Rpg :: Karakter :: Karakter Oluşturma :: Rp Puanı Belirleme-
Buraya geçin: