Pegasusumla uzun ve sıradışı bir yolculuğun sonunda adayı bulmuştum. Ada birisinin kaçmak isteyeceği bir yere benzemiyordu. Etraf çikkiçeklerle doluydu. Ağaçlar yemyeşil ve düzgün biçimliydi. Cennet gibi bir yerdi. Silahıma sarılarak adada ufak keşif gezisi yapmaya karar verdim. İç kısımlarına doğru yürüdüm. Sanki kimse yaşamıyordu bu yerde. Bense büyük bir canavar topluluğu ya da benzeri birşey umut ediyordum. Yürümeye devam ederken, büyüleyici ve huzur veren ince bir sesin arkamdan konuştuğunu duydum. "Başka bir melez daha ha. Bu aralar adaya gelen gelene." Sesin sahibini görebilmek için arkamı döndüğümde ise ağzım beş karış açılmıştı. Çünkü hayatım boyunca gördüğüm en güzel kız karşımda duruyordu. Tarif etmek imkansızdı. Afrodit yanında yaşlı çirkin bir cadı gibi dururdu. Güzelliği insanı adeta içerisine hapsediyordu. Kesinlikle bir insan olamazdı. Bu nokta da yazımı okuyanları aydınlatmak istiyorum ki Kalipsonun gerçekten tarif edilemez bir güzelliği vardır. Şimdi gördüğünüz en güzel insanı düşünün 10 ile çarpıp sonsuz ekleyin. Karşımdaki kız 16-17 yaşlarındaydı. Kendimi toplayıp, açık ağzımı kapatıp, konuşmaya başladım. "Sen de kimsin?" ağzımdan dökülen kelimeleri kontrol edemiyordum. Birkaç saniye bunun bir büyü olup olmadığını merak ettim. Ancak sonra karar verdim bu büyü değildi. Çünkü ona aşık olmamıştım. Sadece güzelliği erimeme neden olmuştu. Kız gülümsüyordu. Daha sonra akıcı bir tonda konuşmaya başladı. Sözleri ninni gibiydi. "Benim adım Kalipso tanrılar beni bu adaya hapsetti. Pek de hapis sayılmaz ama çok yalnızım. Ee melez senin görevin ne? Gelen diğer 20 melez gibi sen de babam hakkında birşeyler öğrenmek istiyorsan, baştan söyleyeyim koca kafalı Zeus'dan fazlasını bilmiyorum." Dediklerini pek dinlememiştim. Tek duyduğum kısım Kalipso idi. Bu güzelliğe yakışacak bir biçimde onu tamamlayan bir isim. Kalipso... Derin bir iç çektikten sonra. Kendime gelerek, konuştum. " Ne görevi? Ben aslında bunun için geldim." dedikten sonra cebimden çıkardığım haritayı göstererek durumu anlattım. Hafif bir kahkaha attıktan sonra konuşmaya başladı. "Poseidon kaytarıyormuş anlaşılan yakşalık bin yıldır yolladığım haritalardan bir tanesine bile geri dönen olmamıştı Poseidon yok ediyordu onları. Ama anlaşılan bu kez gözden kaçırmış." Konuşma ilerledi. Bana tanrıların onu nasıl hapsettikleri onlarında aslında kendisinin suçlu olmadığını bildikleri için ona özel harika bir ada yaptıkları ve ne kadar yanlız olduğu hakkında konuşurken akşam olmuştu. Karnımın acıktığını hissediyordum. Bunu anlamış olacaktı ki bana yiyecek birşeyler getirdi. Onunla zaman akıp gidiyordu. Herşey çok güzeldi. Yemek yedikten sonra bana sempatik bir şekilde bakarak konuştu "Belki geceyi burada birlikte geçirmek istersin genç melez." Sesi davetkar ama ölçülüydü. Nasıl hayır diyebilirdim ki? Yanına doğru gidip elinden tuttum. Sıcacık elleri pamuk kadar yumuşak ve narindi. Elini yanağıma yaslayarak konuştum. "Bunu herşeyden çok isterim." Yüzünde masum ve mutlu bir gülücük oluşmuştu. Elimle yanağını kavrayıp, kafasını kafama yaklaştırdım. Dudaklarını dudaklarıma değdirdi. Harika ılık dudaklarının yaydığı enerji dudaklarımdan vücuduma pompalanıyor mutluluk yayıyordu. Üzerimdeki zırhı çıkardım. Zırhın altındaki kazağı yavaşça sıcak elleriyle çıkarttı. Şimdi ılık elleri göğsümde hareket ediyordu. Gerçek mutluluk bu olmalıydı. Dudaklarımız hala kenetliydi. Üzerindeki deri tişörtün bağlarını çözerek çıkarttım. Olduğumuz yerde kumların üzerine uzandık. Hala öpüşüyorduk. Tamamen çıplak tenim onunkine değdiğinde kalp atışlarım hızlanıyor, hayat adeta önemini yitiriyordu. Sonunda kocaman bir mutluluk dalgası tüm benliğimi sarmıştı. Ona sarılarak yıldızların altında uyudum.
Gözlerimi açtığımda öğlen güneşi üzerime vahşice vuruyordu. Kalipso yanımda değildi. Etrafa bakındım. Görünürde kimse yoktu. Yavaşça doğrularak ayağa kalktım. Beş metre ileride yerde dağınık halde duran iç çamaşırlarımı giydikten sonra, hızla pantolonumu ve kazağımı geçirdim üzerime. Adada dolaşmaya koyuldum. Onu kıyıda gördüm. Oturmuş denizi seyrediyordu. Yanına gidip uykulu bir sesle konuşmaya başladım. " Seni göremeyine biraz panikledim. İyi misin?" Bana döndüğünde gözlerindeki yaşları gördüm. Ağlamıyordu ama gözyaşı damlaları yanaklarından aşağı süzülüyordu. "Git burdan melez! Burada kalamazsın buraya ait değilsin. Senin olmayan bir hayatı yaşayamazsın. Git ve hayatını yaşa. Sakın konuşma! İşte şuradaki botu görüyor musun? Onu al ve kampına geri dön!" Neler olduğunu anlayamamıştım ancak Kalipso çok ciddi gözüküyordu. Dediklerini yapıp botu gidişe hazırladım. Gitmeden önce " Seni ziyarete geleceğim Kalipso bekle beni." dedikten sonra botla birlikte denize açıldığımda verdiği cevabı duymuştum. "Hayır gelmeyeceksin. Hiçbiri geri gelmez." İşte o anda anlamıştım ki tanrılar Kalipso'yu bu şekilde cezalandırıyordu. Yanlızlıkla, mutsuzlukla, terkedilmeyle, sonsuza kadar devam eden bir süreçle... İçimde Zeus'a karşı büyük bir öfke belirdi. Dişlerimi sıkarak ufukta gözden kaybolmasını bekledim. Daha sonra kampa doğru yol aldım.