65. Cep telefonunu açık unuttuğun için canavarlarla mücadele et.
Mekan: San Francisco
Katılacaklar: Stella, Natalie(Hayali karakter)66. Pegasusunla bir macera yaşa.
Mekan: Beyaz Saray, Washington
Katılacaklar: Stell, Siyah İnci, Natalie ve onun pegasusu Sharonne
67. Revirde bir rp yaz.
Mekan: Büyük ev.
Katılacaklar: Stella(Bu üç görevi birbiri ile alakalı yapacağım için ard arda yazdım, her görev ayrı bir kısımdan oluştuğu için de her açtığım yeni başlıkta önceki görevlerin üzerini çizeceğim)San Francisco gerçekten yaşamak isteyeceğiniz bir şehirdir. Çok trafik problemi yaşamazsınız ve pegasusunuz ile nereye gideceğinize dikkat etmediğiniz zaman esen kuvvetli rüzgar sizi mutlaka bir yerlere götürür. Ancak nereye indiğinize dikkat etmezseniz birkaç istenmeyen konuk ile karşılaşabilirsiniz.
Kendimi serin bir sabah sokağın ortasında buldum. Ne ara dışarıya çıktığımı hatırlamıyordum, neden dışarı çıktığımı da tabi! Sadece dışarıdaydım ve kuvvetli esen rüzgardan dolayı üşüyordum. Anlaşılan San Francisco'daki Çin mahallesinin yanındaki Nob tepesindeydim. Ellerimi cebime soktum ve ne var ne yok diye kurcalamaya başladım. Sadece bir mendil ve cep telefonu çıktı ceketimden. Hayret! Halbuki en akla gelmeyecek şeyleri cebime sokuşturur, olmadık anlarda hayatımı kurtaran aletlerin çoğunu yanımda bulundururdum.
Bozuntuya vermeden cep telefonumu açtım ve Natalie'yi aradım. Onunda cep telefonunu pek açmadığını biliyordum ve bunu genelde onunda bir melez olmasına bağlıyordum ama yıl boyunca ne tek bir canavar gelmişti onu rahatsız eden, ne de sahiplenildiğini gösteren bir işaret! Fakat ben umudu kesmemiştim. Bir gün Natalie'yi de kampta görecektik, emindim bundan.
"Stell! Tamda telefonu kapatmak üzereydim" dedi bir civcivin sesini andıran o tiz sesi.
"Üzgünüm Natalie, ama bir şey soracaktım. Ben saat kaç gibi yurttan ayrılmıştım?" Natalie bir an durdu ve düşünmeye başladı.
"Sanırım saat 6 civarıydı. Bende acıktığım için dolaptan yiyecek bir şeyler arıyordum o sırada" dedi. Sıkıntıyla dişlerimi gıcırdattım.
"Sağol Natalie. Ha birde Nob tepesinden yurda en kısa hangi yoldan gelebilirim?" diye sordum. Natalie bir anda sustu. Sanki nefes bile almıyordu.
"Kal orada! Sakın ayrılma, seni almaya geliyorum" dedi emreden bir sesle ve telefonu kapattı. Evet, Natalie bazen tam bir baş belası olabiliyordu. Çoğunlukla kardeş olduğumuz gibi bir hisse kapılırdım, o da güce bayılırdı, tuhaf yetenekleri vardı ve insanlar ondan da korkarlardı. Ama benden korktukları kadar değil! Hocalardan sürekli çalardı. Ders notları, yazılı soruları, Bay Merridew'in peruğu... Ve asla yakalanmazdı. Genellikle eşyalar birkaç gün sonra yerlerine geri gelirlerdi ve bu Hermes çocuklarının tarzı değildi ama bu kadar çok şey çalmasını sadece bu açıklayabilirdi.
Önümdeki taşlara vurmaya başladım. Canım sıkılıyordu, yolu bilseydim bir saniye bile beklemezdim ama burada beni bekleyen bazı sorular ve sorularımı bekleyen cevaplar olduğunu seziyordum. Ne olduğunu öğrenmeden gitmeyi reddediyordum.
"Başını belaya sokmadan uzaklaş Stell" dedi kafamın içinde babamın sesi.
"Vay canına, Hades benimle konuşur muydun sen ya?" dedim alaylı bir sesle. Tüm bir sene boyunca babamla ne kadar bağlantıya geçmeye çalışsam da hiç sonuç alamamış, bundan dolayı da ona çok kırılmıştım. Şimdi durup dururken yine bana öğütler vermesini kaldıramazdım.
"Beni ciddiye al Stell, bu ölüm kalım meselesi olabilir, bazı sırlar sır olarak kalmalıdırlar" dedi. Demek ki bir sır vardı ortada! Demek ki Hades bunu bilmemi istemiyordu.
"Neler olduğunu öğrenmeden hiçbir yere gitmeyeceğim" dedim ve Hades her ne söyleyecekse beklemeye başladım ama tekrar konuşmadı. Ah, tabi ya, onun Zeus'u devirmek için Poseidon ile plan yapmak gibi çok daha önemli(!) işleri vardı.
Birakaç dakikalık sıkıntının ardından gökyüzünden bana yaklaşan bir cisim gördüm. İlk başta sadece rüzgar olduğunu düşünmüştüm ama değildi. Bana yaklaşan şey bir fırtına ruhuydu!
"Ah, harika!" dedim. San Francisco gibi bol canavarlı bir yerde cep telefonu ile neden konuşmuştum ki? Hemde bulunduğum yeri ayrıntıları ile bildirmiştim! Neden gerçek ara dönem diplomamda bu kadar çok kırık not olduğunu anlamıştım o anda.
Kendimi ağaçların ardına attım fakar ventus beni çoktan görmüştü. Rüzgar öyle kuvvetli esmeye başlamıştı ki ağaçtan sesler geliyordu. Nihayet saklandığım yerden çıktım ve ventusa doğru ilerledim. Daha doğrusu ilerlemeye çalıştım. Çünkü rüzgar o kadar hızlı esiyordu ki ayağımı sağlam basmadığım takdirde kesin tepeden aşağı yuvarlanacaktım.
"Zeus aşkına durmanı emrediyorum!" diye bağırdım Fırtına'yı çıkartırken. Belki de onu bir Zeus çocuğu olduğuma ikna edebilirdim. Gerçi bu ne işe yarardı bilmiyordum ama denemek zorundaydım.
"Çokda umrumda!" dedi sadece canavar. Omuz silktim ve Fırtına'yı kapatıp yerine koydum. Kendisi kaşınmıştı. Zor oynamak istiyorsa memnuniyetle ona katılırdım.
Kılıcım Kıyameti'i cebimden çıkartıp kılıç haline çevirdiğimde fırtına ruhu birkaç adım geriledi. Şimdiden onun gücünü kendimde hissedebiliyordum.
"Bana karşı hiç şansın yok zavallı ventus" dedim. Fırtına ruhu hiçbir şey söylemeden birden bire yok oldu. Tam ne olduğuna bakmak için arkama dönmüştüm ki arkamda bir kız gördüm. Elinde Kıyamet'in aynısını tutuyordu ve benden iki katı daha şaşkın olarak bana bakıyordu. Üzerinde 'I Love The Hell' yazan siyah bir kazak ve deri bir pantolon vardı. Gözleri benimkilerden daha kırmızı, yüzü daha beyaz ve elindeki Kıyamet'in etrafa saçtığı korku daha barizdi.
Bu kız Natalie idi!!
(Küçük bir ara veriyoruz )***
(Yeniden sizlerleyiz:P)"Natalie?" diye sordum şaşkınlıkla. O da aynı şaşkın şekilde bana bakıyordu.
"Stell?""Ah, harika" dedi babamın kafamda duyduğum sesi, sanki o da bu lafı Lucy'den kapmış gibiydi.
"Kes sesini!" diye ikimizde aynı anda bağırdık Natalie ile. Ve bunu söylememiz ile yine birbirimize dönmemiz bir oldu. Natlie'de Hades'i duyabiliyordu!!
"Ama... Ben sandım ki..." diye kekeledi Natalie. Bense hiçbir şey söylemedim, söylenecek bir şey yoktu. Natalie'de Hades'in kızıydı ve bunu bunca zamandır babam benden saklıyordu. Ve bende kendi kardeşimi tanıyamayacak kadar kördüm.
"Bir açıklama yapman gerek Hades" dedim en soğuk tavrımı takınarak. Bir yandan da Natalie'de ki Kıyamet'i inceliyordum. Tanrılarım, o kadar karanlık görünüyordu ki neredeyse ağlayacaktım. Hades bana bu kılıcın bir ikizinin daha olmadığını söylemişti halbuki.
Ben o düşüncelere dalmışken Hades yanımızda belirdi.
"En kısa sürede her şeyi anlatacağım. Benimle yarın Washington'da buluşun" dedi ve yine kayboldu. Natalie hevesle
"Bekle!" diye bağırdı ama o çoktan gitmişti.
"Geri dön!" diye seslendi tekrar, ama ses gelmedi.
"Seni duyuyor ama duymamazlıktan geliyor" dedim öfkeyle. Natalie ise hala şaşkındı.
"Yani bunca zamandır..." Cümlesini tamamlamadım bile. Kendi kız kardeşimi tanımıyordum. Kendi kız kardeşim ile aylardır aynı odada kalıyor, her özelliğini sayabiliyordum fakat aslında kim olduğunu bilmiyordum.
"Babamız bunu ödeyecek" dedim yumruklarımı sıkarak. Natalie kılıcını kapattı.
"Bence bir karışıklık olmalı. Babamın bunu bize söylememesinin iyi bir sebebi olmalı" dedi. Tam ona çenesini kapatmasını söyleyecektim ki birden bire Natalie'nin arkasında beliren Fransis'i fark ettim. Fransis, gorgona dönüşen iğrenç yarı canavar yarı melez! Ve tamda Natalie'ye saplamak batırmak üzereydi!
"Yere yat!" diye bağırıp onu kolundan yere doğru çektim. Sonra da çevik bir hareketle ayağa kalkıp Fransis'e güçlü bir kılıç darbesi savurdum. Darbenin etkisiyle Fransis yere düştü ve ardından tıslayarak yok oldu.
"İyi misin?" diye sordum Natalie'ye elimi uzatırken. Ama Natalie elimi tutmadan kendisi kalktı. Anlaşılan o da aynı ben gibi düştüğü zaman yardım almayı sevmiyordu.
"Dikkat!" dedi bu sefer de o ve bende hemen kendimi yere attım. Ama hiçbir şey olmadı, Natalie'nin koca kahkahası dışında tabi! Ayağa kalkarken bu sefer onun arkasından gerçekten gelen minatora karşı onu uyarmak ve uyarmamak arasında kaldım bir an ve sonrada hiçbir şey söylemeyerek minatora kendim saldırmayı tercih ettim.
Koşup zarif bir hareketle minatorun kafasına oturdum. Her kafasına yumruk attığında havaya sıçrıyor, kendisine gelmeye çalıştığında ise gözlerine basıp saçlarını çekerek onu deli ediyordum. En sonunda kafasını öyle şiddetle salladı ki yere düştüm. Tam üzerime doğru geliyordu! Son duamı ederken birden bire durdu, tam ayaklarımın dibine düşüp yok oldu. Natalie arkasından saldırıp onu öldürmüştü.
"Güzel hareket" dedi ve bana elini uzattı. Eli görmezden gelerek doğruldum ve bir taşın üzerine oturdum.
"Anlamıyorum" dedim sadece. Natalie'de yanıma oturdu.
"Bende öyle " dedi.
"Nasıl oldu da kampta hiç görmedim seni? Neden kimsenin senden bahsettiğini duymadım?" diye sordum. Natalie minatora saplanmış kılıcını inceliyordu. Bilmiyorum anlamında omuzlarını kaldırdı.
"Aslında tuhaf olan benimde aynı şekilde seni hiç duymamam. Ve Janette'nin senden hiç bahsetmemesi. o kampın en kıdemli üyesidir ve gelmiş geçmiş herkesi bilir. Ama senden bir kere bile bahsetmedi. Ki sen babamın Kaderin Eli'ni verdiği melezsen seni duymamış olmasına da imkan yok" dedi. Janette'nin kim olduğunu sormak yerine daha çok merak ettiğim konuya değindim
"Bana bu kılıcın bir ikizinin daha olmadığını söylemişti" dedim. Natalie kılıcını elime bıraktı ve benimkini yerden aldı. Kılıçlar sanki sahiplerinden ayrı düştüklerini bilirmişçesine parlaklıklarını yitirdiler ve sıradan kılıçlardan bir farkları kalmadı.
"Bizi tanıyorlar!" dedim şaşkınlıkla. Natalie'de başını salladı.
"Eyvah!" Konuşmaya öyle dalmıştık ki arkamızdan gelen drakonları fark edememiştik. Dört bir yanımızı sarmışlardı ve silahlarını bize doğrutmuşlardı.
"Bana bırak Stell" diyerek ayağa kalktı Natalie.
"Hayır, sen bana bırak" dedim ve koşarak ilk drakonu hakladım. Fakat o da ne? Canavar ölmüyordu!
"Ah, harika! Natalie, bu senin kılıcın dedim" drakonun bana gelişi güzel salladığı kılıcından kurtulmaya çalışırken.
"Senin kılıcında bende bir işe yaramıyor. Kıymetli'yi bana yollamalısın" dedi. Kıymetli mi? Daha iyi bir isim seçebilirdi.
"Sende Kıyamet'i bana ver o zaman" diye bağırdım, kılıçlarımızı aynı anda havaya attık ve kendimizinkini yakaladık. Sahibine kavuşmuş evcil hayvan edasındaki Kıyamet birden bire parlamaya başladı. Güçlendiğimi hissedebiliyordum.
"Şimdi gelin bakalım!" dedim drakonlara. Gelen her drakonu en fazla iki hamlede yere seriyordum, Natalie'de benden pek farklı sayılmazdı. Hem savaşıyor, hemde Natalile'nin hamlelerini inceliyordum. Kılıcı sol eliyle kullandığı dikkatimi çekmişti. Ayakları benimkiler gibi yerinde duramıyordu, sürekli yer değiştiriyorlardı. Bakışları savaşırken karanlık ve ürkütücü oluyordu. Kıymetli'nin de ona eklediği güç ile gerçekten Hades'in kızı rütbesini hak ediyordu.
Canavarların hepsini yok ettikten sonra Natalie bir ıslık çaldı ve yanımızda kar beyazı bir pegasus belirdi.
"Adı Sharonne. Washington'a ne kadar çabuk gidersek o kadar iyi. Eğer bir pegasusun yoksa...""Bir pegasusum var!" diye haykırdım öfke ile ve Siyah İnci'yi çağırdım. Simsiyah pegasusumu gördüğünde Natalie bir ıslık çaldı.
"Bir Pluton çocuğuna yakışır" dedi.
"Ne çocuğu?" diye sordum ama bunun bir dil sürçmesi olduğunu varsayarak sorumu tekrarlamadım.
"Hazırsan gidelim" dedim. Natalie başını salladı ve Washington'a doğru yola çıktık...
(Hikayenin ikinci kısmı Washington DC'de gerçekleşecektir)