"Cassandra? Belki bu sorunun cevabını bize sen söylemek istersin." dedi öğretmeni. Gözlerini kırpıştırdıktan sonra esnemesini gizlemek maksatıyla elini ağzına kapattı. Bayan Shreveport bazen gerçekten de çok sinir bozucu biri olabiliyordu. Uykusunun en güzel yerinde onu rahatsız etmeye ne lüzum vardı şimdi? Sıkıntıyla bir nefes aldıktan sonra elleriyle 'almayayım' anlamına gelen bir işaret yaptı ve sonra da "Ben bu şerefi arkadaşlarıma bahşetmek isterim." cevabını verdi. Sınıfta bir süre kahkaha sesleri çınladı, ardından Bayan Shreveport otoriteyi sağlamak amacıyla elini hızla öğretmen masasına vurdu ve sınıfa "Su-sun!" diye bağırdı. Köklerinde kırlaşmış tonları belli olan koyu sarı saçlarını bugün kafasının tepesinde özensizce topuz yapmış olan, siyah çerçeveli gözlüğü burun hizasındaki Bayan Shreveport, Cassandra'nın en sevdiği öğretmenler listesinde yer almıyordu. Ateş saçan bakışlarını güzel kıza yönlendirerek "Derhal. Çık. Sınıfımdan." dedi. Cassandra başta istifini bozmayıp sadece "Dişlerinizi sıkınca çok itici oluyorsunuz." dese de, olayın büyümesini istemediği için yerinden kalkıp büzgülü bir ağzı olan kırmızı çantasını kapıp sınıfı terk etti. Hayat onun için bazen -hatta çoğu zaman- çok bunaltıcı olabiliyordu. Herkesin göremediği birtakım imgeler görmesi nedeniyle her şeyi çok bildiğini sanan annesi ona hep deli muamelesi yapıyordu. Genç kızın hayatı psikologlarda geçmişti. Hepsi genellikle aynı saçmalıkları zırvalarlardı; Hayal gücü çok geniş tatlı bir kız, belki biraz sakinleştirici ilaç onun için iyi olabilir, vesaire. Söylenenlerin hiçbiri Cassy'yi ilgilendirmiyordu. O kendisiyle ve tuhaflıklarıyla barışıktı. Onu sinir eden, kendisinin dışında işleyişini sürdüren dünyaydı. Benmerkezci bir kız değildi ama küçüklüğünden beri fazla ilgiden hoşlanırdı. Annesi o adamla evlendikten ve küçük kardeşi doğduktan sonra, ilgisizliğin insana kötü şeyler yaptırabildiğini fark etmişti.
Derince bir nefes aldı ve okulun koridorunda koşarcasına hızlı bir şekilde ilerledi. Çıkış kapısına vardığında başını gökyüzüne doğrultarak bir süre bulutlu havayı taradı. Bazen orada beyaz ve kutsanmış olduğunu düşündüğü, mucizevi bir masal canlısı olan pegasuslar görürdü. Evet, kanatlı atlara pegasus denildiğini internetten öğrenmişti, onlarla ilgili ciddi araştırmalar da yapmıştı. Daha önce hiçbir yerde görmediği bir canlıyı gökyüzünde görüyor, ne olduğunu öğreniyordu. Bilmediği bir şeyi nasıl hayalinde canlandırmış olabilirdi? Bu soruyu son gittiği psikoloğuna sorduğunda, "Bir şekilde bilinçaltına yerleşmiş bir imgeyi, o şekilde boyutlandırmışsındır." cevabını almıştı. Suratına pis bir gülümseme yerleşti. Cassandra da ona, "Bakın, birkaç bilimsel terimle çorba yapmakta usta olabilirsiniz ama sadece saçmalıyorsunuz." cevabını verip muayenehaneyi terk etmişti. Aslında fazla sert bir kız değildi ama etrafındaki herkes onun geçimsiz olduğunu söylerdi. Doğaüstü varlıklarla cebelleştiği bir hayat sürerken, geçimsiz olmasını kafasına takmaya pek fazla vakit bulamıyordu. Birkaç gün önce akşam saatlerinde erkek arkadaşı Cody ile sinemaya gitmişlerdi ve filmin ortasında yanında oturan kadın tuhaf bir yaratığa dönüşmüştü. Cody ona "Girdiğimiz korku filminde o kadar çığlık atman yersizdi, uyduruk bir şeydi." dediğinde sadece gülümsemekle yetinmişti çünkü bir erkek arkadaşını daha gördüğü tuhaf varlıklar yüzünden kaybetmek istemiyordu. Eğer Cody yanında olmasa Cassandra gidip o yaratığı takip edecekti. Birine zarar vermek istediği insandışı hırlamasından rahatça anlaşılıyordu ve onu kızdıran her kimse, yardıma ihtiyaç duyacağı apaçıktı. Tabii iki dirhem bir çekirdek Cassy, o mahluk karşısında ne kadar şansa sahip olabileceğini düşünmek bile istemezdi ama, içgüdüsel olarak o iblisin düşmanına yardımcı olmak istemişti. Bu arzusunu gerçekleştiremediği için hala kendine kızıyordu. Cody ile bir hafta fazla çıksalar hayatında ne değişirdi sanki?
Aklında milyon tane düşünceyle okul bahçesinden çıkan Cassandra, bir süre ne yapabileceğini düşündü. Bu saatte eve gitse, kendisinden yarım saat kadar sonra eve gelecek olan annesinin dırdırlarını dinlemek zorunda kalacaktı. Güvenebileceği tüm tanıdıkları şu anda okuldaydı. Belki iki veya üç tanesini dersten çıkıp okulu asmaya ikna edebilirdi ama canı şimdi kendisinden daha az olgun olduklarını düşündüğü kızlarla gezip tozmak istemiyordu. Bir süre daha düşündükten sonra aklına ondan yüzlerce kat daha 'tuhaf' olan üvey ablası Lucianna geldi. Lucy, sıradan biri gibi değildi, bu yaşına kadar karşılaşmış olduğu herkesten çok farklıydı. Bay Fackrell'ın annesinden önceki evliliğinde sahip olduğu kızıydı. Birkaç ay önce 18 yaşından gün almıştı ve konu Cassandra olunca umarsız arsızın tekiydi. Cassandra yaşının küçüklüğüne rağmen Lucy'den çok daha güzel olduğunu düşünürdü. Belki buz mavisi gözleri yoktu ama sarı, uzun ve doğal dalgalı saçları, parıldayan gülümsemesi, onu her daim zirveye taşırdı. Bu sayede tüm aksiliğine rağmen okulda popüler bir kız olmayı başarmıştı. Cassy garip ve zırvalamaktan zevk alan bir kızdı ama çok güzel ve fazlasıyla cesurdu. Eh, sözcüklerini sakınmaz, laflarını esirgemeden söylerdi. Dobralık da onun dış görünüşüne bir yeni hare daha katıyordu. Sık sık ona eşsiz olduğunu söyleyen arkadaşlarına kahkaha atarak karşılık verirdi ama duyduğu yorumlardan mutlu olurdu. "Gıcık Lucianna belki can sıkıntımı biraz giderebilir." diyerek cebinden telefonunu çıkardı ve ablasının numarasını tuşladı. Çağrıya cevap veren telesekreter, telefonun yine kapalı olduğunu anlamasını sağladı. "Bunu sen istedin." diyerek yoldan geçmekte olan bir taksiye durmasını işaret etti. Ne de olsa Lucianna, Cassy'nin okuluna fazla uzak olmayan bir üniversitede okumaktaydı. Telefonu kapalı olabilirdi ama Lucy'nin kampüsün dışına çıkmak gibi bir şansı yoktu. Hep küçümsediği üvey kız kardeşi tarafından arkadaşlarının önünde basılacaktı. Cassandra gülmesini geçirmeyi başardıktan sonra taksi şoförüne "San Francisco State University'ye gideceğim." dedi ve yola çıktılar.
Taksi sokakların arasında hızla kayıp ilerlerken Cassy yine doğaüstü bir şey görebilme çabasıyla dikkatle pencereden dışarıyı izledi ama yol boyunca hiçbir tuhaflığa rastlama şansı elde edemedi. Üniversiteye vardıklarında taksi şoförüne parasını ödeyip arabadan indi ve Lucy'ciğinin kampüsteki odasının nerede olduğunu öğrenmek için bir yetkili aramaya başladı. Üzerinde grimsi bir üniforma olan bir kadını arkadan görüp hızla yanına doğru koşturmaya başladı. Kadına ulaştığında hızla omzuna dokundu ve "Pardon, bana yardımcı olabilir misiniz?" diye sordu. Kalbinde bir sıkışma hissetti. Bunun tehlikeli durumlarda onu uyaran içgüdüsel bir hareket olduğunu biliyordu. Kadın kaplumbağa hızında arkasını dönerken titrek bir nefes aldı. "Galiba bunu yapabilirim." diye bir ses işitti ama boğuk ve kalın sesin hemen önünde duran kadından çıktığına anlam veremedi. Kadın arkasına döndüğünde ise, yaşadığı şok yüzünden olduğu yere çakılıp kaldı. Sol elini yerinden çıkacakmış gibi hızla çarpan kalbine bastırdığını uzun süre fark etmedi. Kadının suratı olması gerekenden çok daha beyazdı ama Cassy'nin vücudundaki kanın çekilmesine yol açan şey, sivri köpek dişleriydi. Ne yapacağını şaşırmış bir şekilde yere çöktü. Belki yapabileceği en mantıklı şey kaçmak olurdu ama, kimse yardımına gelmediğine göre bu iblis sadece ona görünüyordu veya annesinin iddia ettiği gibi, bir hayalden ibaretti. İki şekilde de etrafta bu kadar çok insan varken onu öldüremezdi. Yoksa, bunu yapabilir miydi? Belki de Cassy'nin şansı şu ana kadar hep yaver gitmişti ve onun için hala hayattaydı. Belki de delinin tekiydi. Kendi kendine "Gördüğüm tüm o yaratıkların hepsi gerçekse, şimdi büyük ihtimalle öleceğim. Tümü illüzyondan ibaretse de, buradan çıkar çıkmaz derhal akıl hastanesine gideceğim." diye mırıldandı. Karşısındaki yaratık bir süre onu süzdükten sonra "Sisin ardını görebiliyor musun? Yoksa sen de mi lanet olasıca bir melezsin?" diye sordu. Cassy kafasının karıştığını hissederek "Me-melez de ne?" diye sordu. İblis soruya cevap vermek için ağzını açtığında, aynı anda birçok şey oldu. Yaratığın boynunda gri bir parıltı gördü ve bir saniye sonra kafası fırlayıp vücudundan ayrılırken her tarafı toz bulutu kapladı. Cassandra hayatta kalma dürtüsüyle geriye doğru sürünürken oldukça mutlu bir kız sesinin "Al bakalım seni pis empusa!" dediğini işitti.
Karşısında Lucianna'yı görünce bir anda kendine gelen Cassy ayağa fırlayıp baş dönmesine aldırmadan üvey ablasına doğru yürüdü. Onun burada olduğunu yeni fark etmiş olan Lucy'nin suratına şaşkın bir ifade yerleşmişti ama Cassy bunu önemsemedi ve bağırarak "Elinde upuzun bir kılıç tutuyorsun, az önce bana saldırmakta olan tuhaf bir yaratığı öldürdün ve bunları gördüm. Ben deliysem, sen de öylesin veya benim gördüklerimi sen de görüyorsun ve benim bildiklerimden fazlasını biliyorsun." dedi. Uzun sözlerini bitirdiğinde içindekileri boşaltmış olmanın verdiği rahatlamayla derin bir nefes aldı. Lucianna şimdi elini çenesine dayamıştı ve biraz düşünceli görünüyordu. Bir süre boş boş Cassy'ye baktıktan sonra en sonunda konuşmaya karar vererek "Senin sisin ardını görebiliyor olduğundan daha önce de şüphelenmiştim." dedi. Cassandra dayanamayarak "Sisin ardını görebilmek ne demek, biliyor gibi mi duruyorum?" diye bağırdı. Birkaç üniversiteli dönüp onlara baktı ama sonra Lucianna'nın gözlerindeki bir şey, etraflarından uzaklaşmalarını sağladı. Bu kız tuhaftı ve Cassy onun yanında ana kuzusu örnek bir öğrenci gibi kalıyordu. Lucy'nin bakışları tekrar üvey kardeşininkilerle buluştuğunda gözlerinde Cassy'nin anlamlandıramadığı bir şefkat ifadesi vardı. Bu kız, daha ne kadar sinir bozucu olmayı başaracaktı? Cassy suratına bir yumruk çakmamak için kendini zor tutarken Lucy konuşmaya başladı. "Sakin ol. Sisin ardını görebilmek, tanrıların sana bahşetmiş olduğu bir özelliktir. Doğaüstü varlıkları ve tanrıları görebilir, onların ne olduklarını anlayabilirsin. Şey... Tuhaf gelecek ama sanırım ben bu açıklamayı yapmadan araştırmaktan vazgeçmeyeceksin. Yunan mitolojisi, günümüzde de varlığını sürdürüyor. Yunan tanrıları ve mitolojik canlıların hepsi gerçek. Medeniyetin ateşi nerede yanarsa, tanrılar da orada bulunuyor. Şimdi burada, Amerika'dalar. Hatta defalarca kez önünden geçtiğin Empire State Binası'nın 600. katında, Olimpos'talar." dedi. Cassandra bayılmaktan korktuğu için gözlerini kapatıp bir süre sakinleşmeye çalıştı ama fayda etmedi. Lucianna'nın söylediklerine kahkaha atarak karşılık verememişti çünkü bir şekilde hepsinin gerçek olduğunu biliyordu. Bunu içinde hissediyordu. Sanki aklında şu ana kadar parçaları karışık duran bir yapboz vardı ve bir anda hepsi yerli yerine oturmuş, resim ortaya çıkmıştı. Zorlukla da olsa "Ta-tanrılar... Harika. Peki, senin bu sahnedeki rolün ne?" demeyi başardı. Şimdi Lucianna'nın gözlerinde belirgin bir gurur pırıltısı vardı. Gülümseyerek "Ben bir melezim, yani yarı-tanrıyım. Annem, Bilgelik Tanrıçası Athena" cevabını verdi.
Cassandra kaşlarını çatarak bir süre üvey ablasına baktı. Nasıl bir şeyin içine çekilmekte olduğunu bilmiyordu ama yaşayacaklarının kaçarı yok gibi görünüyordu. O cesur ve korkusuz bir kızdı ve şimdi tam da hayatı boyunca sorguladığı şeylerin cevabını bulmuşken bırakıp kaçacak mıydı? Tabii ki yapacağı şey, sonuna kadar gitmek olacaktı. Henüz aklındaki her şey tam olarak rayına oturmamıştı ve aynı anda beynini kurcalamakta olan bir milyon soruyla başa çıkamayacaktı. Onun gözlerindeki kararlı ifadeyi doğru bir şekilde yorumlamayı başaran Lucianna, "Gel, sanırım seni Melez Kampı'na götürsem iyi olacak." dedi. Cassandra o söylenen yerin neresi olduğu hakkında fikir sahibi değildi ama yine de Lucy'yi takip etmeye başladı. Üvey ablasının sahnedeki rolü bir yarı-tanrı olmaktı ama nedense içindeki o her şeyi bilen ses Cassy'ye, işlerin onun için çok daha karmaşık olacağını fısıldıyordu. Belki gittiği yerde hep görüp durduğu imgeler, uyku sersemi bir halde çizdiği tuhaf resimler ve benzeri garipliklerinin nedenini öğrenebilirdi. Belki tüm bu değerler artık onun hayatının vazgeçilmez bir parçası olurdu. En iyisi, gelişmeleri zamanın akışına bırakmak ve bu esnada bayılmamaya çalışmaktı.
(Uzunluk için üzgünüm.)