"İçtiğimiz suların hepsi alkollü meşrubatlardı. Kim kimi kızdırdı neyden öldük belli değil. Yaşadığımız ütopyada tanrılar bize hizmet ediyordu. Sen hizmetçilerinden birini sevdin ve ölmeye böyle başladık."
Kitabın tozlu sayfalarını yavaşça çevirirken düşünüyordu. Bu şair gerçektende doğru söylemiş mi diye? Evet, söylemişti aslında. Ne insanlar ne de vampirler hiçbir şeyin değerini bilmiyordu. Nedenini anlayabilmiş değildi ama. Bir kenarda oturup iki dakika bunu düşünmek bu kadar zor değildi. Ah tabi ya... İnsanlar buna bile üşeniyordu. Her şeyi hazırdan almaya öyle alışıklardı ki... Artık bir evcil hayvan edasıyla yaşıyorlardı. Tabi aralarında ellerindekilerin farkında olan, bir şeyler yapmaya çalışanları da vardı. Tıpkı bu şair gibi. Aslında bütün insanlar böyle olsa, vampirler için daha iyi bir dünya olmaz mıydı? Herşeye rağmen onlar insan kılığında ki, canavarlardı ancak bu onların da yaşamaya hakkı olduğu gerçeğini değşitirmiyordu.
Usul usul dalgalanan denizin kıyısındaki bir parkta, önüne gelen ilk banka oturmuş kitabını okuyordu. Ancak bazı geçenlerin ona ruh görmüş gibi bakmalarıda gözünden kaçmamıştı. Ne yani buralarda kitap okumak bu kadar mı garipti? Görünüşe göre evet. Çünkü şu an çevresinde bu tip bir şey yapan kimse yoktu. Etrafı sonbaharın serinliğinden korunmak için ceket giyinmiş, soğuğu bahane ederek sevdiklerine sarılmak için fırsat kollayan sevgililerle doluydu. Ne kadar hoş. Bu kısacık hayatta çok mutlu görünüyorlardı. Yüzünde solgun bir gülümseme belirdi. Aşık olan bu gençlere bakarken hep aynı tepkiyi gösteriyordu. Daha önce hiç aşık olmadığından dı bu. Kalplerini saran o, şevkat dolu sıcaklığı merak ediyordu. Ama pek bir gerek de görmüyordu buna. Birini sevmenin pek bir anlamı yoktu. Duyduklarını toparlayarak, aşkın güzel olduğu kadar acı verici olduğunu da çıkartmıştı. Birisi için acı çekerek, o kişiye bağlanmak... Yaşamını ve kendini sadece ona adamak... Bu insanlar çıldırmış olmalıydı. Ama aynı zamanda kalplerindeki bu sıcaklıkta onu büsbütün şaşırtıyordu. Biraz kıskandığınıda inkar edemezdi. Ne de olsa insan elinde sadece olmayanı isterdi. Ömründen bir elli yıl vererek, aşkı tadabilseydi keşke. Bu yüzden bir anlamda da kıskanıyordu insanları. Bu kadar kolay mutlu olabilmelerini ve sevgilerini kıskanıyordu.
Elindeki kitabın kapağını kapayarak banka koydu. Artık gözlerini genç aşıklardan engin denize çevirmişti. Bir balerin kadar zarif bir şekilde dalgalanıyor, bu dansa rüzgarın dansa kaldırdığı yapraklar da eşlik ediyordu. Rüzgarın uğultusunun arasına karışmış bir rüzgarçanının melodik tınısı ve düzenli ayak sesleri ise ayrı bir orkestra oluşturmuştu adeta. İnsanlar onları sadece ağaçlar ve devamındaki denize bakan küçük park olarak tanımlayabilirdi ama ona göre bu ayrı bir güzellikti. Aynı şiirdeki gibi elindekilerin farkında olmaya çalışıyordu. Sahibi olmasada bir anlamda arkadaşı olmuştu bu parkın. Beton duvarlardan oluşmuş evinden çok daha güzel bir yer gibi görünüyordu gözüne. Tabi bu güzellikleride yakalayabilmek lazımdı. Farkında olarak onları hissedebilmek, bazen bütünleşebilmek... Asıl marifette buydu. Güzellikleri orataya çıkartabilmek.
Rüzgarın okşayıp geçtiği bedeni hafif bir ürpertiyle irkildi. Rüzgar yeterince sıkı giyinmediğini haber vermişti ona. Evet aslında yağmur yağacağını bildiği bir günde, bebek mavisi askılı bir bluz ve gri bir kapri giymek ancak ondan beklenilirdi. Ama sorun etmiyordu üşümeyi. Rüzgarla arkadaşlığı böyleydi.
Kitabını banka bırakarak, bariyer yerine bir adet zincirin konulduğu iki adım ötede olan denizin kıyısına yürüdü. Denizde kendi içinde dans ediyor gibiydi. Sonsuz bir düzen ve ahengli dalgalar... İşte ne insanların ne de vampirlerin yapabileceği eşsiz göz zevki.
Zincirlere asılarak, bir çocuk edasıyla aşağı sarktı. Oynaşan balıkları gördüğünde hafiften gülmeden edemedi. Gerçekleri görmeden ölen, hatta varlığının bile farkında olmayan bir balık olabilmeyi ne kadar çok isterdi! Böylece bir kelebeğinki kadar kısa, ancak bir aslanınki kadar asil bir hayata sahip olmuş olurdu. Ama onunki çok daha uzundu. Olsun, yinede hayatın zevklerini kavramıştı artık. Boş geçen yıllardan dolayı hayatından yakınmayacaktı. Onun yerien bu zincirleri kırıp gerçekten yaşamaktı planı.
Burnuna gelen kokuyla zincirlerden ayrılarak arkasına baktı. Bağırarak dükkanının reklamını yapan bir adam görmüştü. Pogaçanın sıcak ve güzel kokusu olmuştu onu buna çeken. Bir yandan da içinde kahve bulunan bardaklarının takırtısı... Venedik bir başka derlerdi de inanmazdı. Ama şimdi emindi burası bir farklıydı! Havası, denizi hatta insanları bile farklıydı. Buranın insanları Amerika' dakiler gibi tüm gün evlerinde oturacağına yaşam denilen yolculuğa bir bilet almayı tercih etmişlerdi.
Burnuna düşen küçük su damlasıyla, gözlerini şaşı yaparak bir inci edasıyla parlayan damlaya baktı. Yağmur başladığına göre artık dönme vaktiydi. Olsun! Buraya sonra da gelebilirdi değil mi?
Yavaş ama bir vampirden beklenecek ölçüde zarif adımlarla patikaya girdi. Buranın en sevdiği yanıda heryerin yeşil olmasıydı. Parktan çıkmak için bile yeşilliklerin arasına dalması gerekiyordu.
Biraz ilerlediğinde etrafta açan çeşitli çiçeklerin oluşturduğu koku cümbüşünü derincene soludu. Bir yerin kokusu bile mi mükemmel olurdu? Bu cümbüşe katılan ıslak toprak kokusu bile bir ayrı güzeldi. O an hafiften gözünü kamaştıran, açmaya başlamış güneş, yağmurun dansına katılarak bir gökkuşağı yaratmıştı gökyüzünde. Adeta tüm doğa ona kendi cennetini sunmuştu o an. Kollarını iki yana açarak, gözleri gökte hafiften dönmeye başladı. Giysilerine yapışmış, ıslak saçlarını ya da nemli giysilerini önemsemiyordu.
" Mis gibi toprak kokusu, küçük damlaların dansı, kulaklarıma ilişen o melodik tını... "
Kahkahalar atıp çılgınlar gibi seven bir aşığı andırırken haraketleri, gelen geçen ona bakıyor ve kahkahalarına eşlik etmeden geçemiyordu. Burası farklıydı. O küçük kalbini pır pır haraketlendirebiliyordu. Hayatı boyunca pek tatmadığı garip bir neşeyi öğrenmişti burada.
" Tatlım... Kanın akarken ne kadar da ağız sulandırıcı olduğunu bir bilsen! "
Kadife gibi yumuşak, sevecen bir ses... Evet, bir vampir olduğunu anlamıştı. Kollarını indirerek hemen etrafı taramaya başladı. Hayır, bu güzellikler ve renk cümbüşü dışında bir şey göremiyordu. Bunu yaparken bir yanıda kan kısmına takılmıştı. Kan? Nerede? O an kendi burnuna da gelen kokuyla, hafif bir şok dalgası yayıldı bedenine. Büyük ihtimal kendi çevresinde dönerken bir ağaça sürtünüp, altında küçük bir hazine barındıran derisi kesilmişti. Evet, evet... Her zamanki hikaye. Birinin kanı dökülür ve güçlü olan diğerini öldürür. Bu muydu yani? Her şeyi farklı sandığı bu şehrin vampirleride heryerdekiyle aynıydı. Aslında vampirler her zaman benzer olmuştu. Hepsi içinde bir canavar barındıran melek yüzlü şeytanlardı. Ama bu şeytanların güzelliği de inkar edilemezdi. Bazen avı kolaylaştıran şeyde bu güzellik olurdu. İnsanlar kendi istekleriyle onlara gelmeye gerçekten heveslilerdi. Sanki ihtiyaçları varmış gibi...
Arkasında beliren vampiri, gölgesini fark ederek buldu. Hemen o tarafa dönerken bir yandan da geriye fırladı. Her gününe birşeyler karışmak zorundaydı. Bu fevkaledeliği mutlaka bir şeyler bozmak zorundaydı. Belki de bu evrenin vampirlere verdiği cezaydı. Bu hayatın ve gücün karşılığı olarak mutluluk çalınmıştı hayatlarından.
Baktığında gördüğü surat onu şaşırtmıştı. Çok tanıdık gelen bir yüz. Aynı porselen bir bebek gibiydi. Altın sarısı, buğday tarlalarını andıran tanrısal güzellikteki saçları omzuna kadar dökülüyor, gözlerinin altında kusursuzca yerleşmiş o çiller ise küçük bir çocuğu anımsatıyordu. Oysaki bu karşısındaki küçük bir çocuktan çok katili anımsatıyordu. Yaşı fazla ilerlememişti. Üstünde fabrikandan çıkmış bebekleri anımsatan, baklava desenli yeşil ile kırmızı tonlarını barındıran bir elbise vardı. İçinde ise kolları süslü fil dişi bir gömlek giymişti. Giydiği babetler bu manzarayı tamamlarken, aklına bu kandırıcı manzaranın kaç kişinin hayatını almış olabileceği düşüncesi geldi. Boğazları parçalanan insan görüntüleri gözünün önüne geliyor, iğrenmenin yanında bir de imrenme hissi uyandırıyordu.
" Niçin sende kendini bırakmıyorsun? Bak, böylesi daha zevkli! Ama olur da bana karşı koyacaksan söyliyeyim beklediğin gibi bir Seviye E değilim. Senin gibi bir soyluyum tatlım. "
Kızın soylu olduğunu söylemesi ile gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Gerçekten de Seviye E bekliyordu. Hayret, bir soylunun böylesine delirdiğini görmek zordu. Ama artık bunu da görmüştü. Yakında avcı-safkan melezi görse bile hiç şaşırmayacaktı. Bu dünyada herşey değişmişti. Ah 17. yüzyıl hiç böyle miydi? O zaman vampir insan farkı daha üstündü herşeyden. Arkadaşlıklardan, aşktan hatta aileden bile. Bir üyesi vampire dönüştüğü için infaz edilen bir avcı klanı bile duymuştu. Ama artık safkanlar avcılarla neredeyse evlenecek konuma gelmişti.
Porselen kızın üstüne atlamasıyla hemen ağacın üstüne fırladı. Ama dala konduğunda kızı herde göremedi. Arkadan sırtına baskı uygulayan eller uzun ağacın üstünden düşmesine sebep oldu. Canı yanmamış değildi. Yani ne de olsa o da bir canlıydı. Ve dirseğinin yarılması da durumunu hiç kolaylaştırmıyordu. Dirseğindeki yarığın içine giren toz topra parçasını temizlemesi lazımdı. Tam dirseğini kaldırırken sırtına binen ağırlık hafif bir çığlık atmasına sebep olmuştu. Kızın göründüğü kadar hafif değildi.
Acı ruhunu büsbütün sararken bir yandan da kıskançlık boy göstermeye başlamıştı. Bu küçük canavar sadece insan kanı sayesinde bu kadar güçlüydü. Lanet olasıca akademi ve kuralları. Zaten insanların tek amaçları onlaru güçsüz düşürmekti. Böylece onları öldürebileceklerdi. Bu yüzden akademiden nefret ediyordu. Sırf onu güçsüz düşürdüğü için insanlardan da. Benliğinde yıllardan beri saklı duran öfkesi baş göstermeye başlamıştı.
Dirseğindeki inanılmaz ateşe ve ıstırap veren kan kokusuna rağmen kızı bileğinden tuttuğu gibi karşıdaki ağaca fırlattı. Kansız bir vampir olduğundan dolayı küçümsemişti onu. Ve artık cezalandırılma vaktiydi. Kolundaki yara kapanmaya başlarken yavaşça ayağa kalktı. Kapanmaya başlayan bir yaranın bu kadar acı vermemesi gerekirdi. Nedeni anlamıyordu. Kızın ayağa kalkmasına izin vermemek için elinden gelen tüm hızla ağaca fırladı. Herhangi bir duruş yapma gereği duymadan kızı omuzlarından tutarak ağaça çarptı. Sarsılan ağacın sesi kulağına ilişirken araya başka bir sesin daha karıştığını duydu. Hırıldı sesi. Artık tamamen kontrolden çıktığından, duyabildiği tek şey kulaklarından pompalanan kandan, görebildikleri ise kızdan ibaretti. Sonunda kendini serbest bırakmıştı. İşte asıl vampirlik buydu. Olmak istediği şey buydu. Ama olmamalıydı. En azından şimdilik. Ama arada orataya çıkan bu kız ona cennetten gönderilen bir hediye gibiydi. Kendş kontrol etmesi için bir sebep yoktu. Kızı parçalasa bile kimse sesini çıkartamazdı. Ne de olsa kendini savunuyordu. Suçlu bir zevkle gülümsemesi kızın gıcığına gitmiş olmalıydı.
" Bu sırıtmayı fazla uzun süre orda tutamayacaksın. Seninle işim bittiğinde görüşürüz. "
Ve bu sesle beraber daha ne olduğunun farkına varamadan kızla yerleri değişmişti. Bu kız... Biraz fazla hızlıydı. Özel güç olmalıydı. Çünkü bir soylu olmasına rağmen kızın haraketini bile görememişti. Kırmızı gözlerin altında ki gülümsemesi histerik bir kahkahaya dönüşmüştü. Kız anlamsızca ona bakarken, bundan faydalanarak dizini kızın karnına geçirdi. Kız bir kaplanı anımsatan sesler çıkartırken O vakit kaybetmeden dişlerini ince derisine batırmıştı bile.
Ağzına dolan o muhteşem sıvı aklını başından aldı. Karnında adeta patlamalar yaşanıyor, ağzı ise bir şenlik yapılıyordu. Hiç durmadan emerken, kızın rengide yavaş yavaş soluyor baştaki tepinmeleri azalıyordu. Sonunda kız ölü bir beden gibi sadece duruyordu. Saphire ise kanını kanına katarken ne kızı ne de görebilecek insaları düşünüyordu. Boğazındaki kum fırtınasını susturabilecek, bir vaha gibi ferahlatabilecek kandı tek düşünebildiği. Bedenine gücün akışını hissedebiliyordu. Yıllardır bu anı yaşamayan bedeni sonunda huzur bulmuştu. O an dünyaları çarpışmıştı adeta. Kızın acısını hissedebiliyordu. Aynı zamanda hislerinin körelmesini de. Kızın ölmesi umrunda değildi. Dünya' daki yüzlerce soyludan birinin ölmesi hiçbir şeyi değiştirmezdi.
Artık kızın kanı hemen hemen bittiğinde yeniden doğmuştu. Dişlerini çekince gördüğü onu şaşırtmıştı. Kız derin bir uykuya dalacak gibi görünüyordu. O... Az önce ne yapmıştı?! Bu aslında isteyerek olmamıştı. Kızı öldürmeyi o seçmemişti. Ama iç güdüleri ondan farklı düşünüyordu. Şaşkınlıkla açılmış gözleriyle, kan içinde kalmış o tatlı yüze baktı. Bu duruma onu o sokmuştu. Eğer biraz daha kontrollü olabilseydi, kız yaşayacaktı. Ama kızı bu durumada sokan kendi taşkınlığı olmuştu. " Neler düşünüyorum ben o daha çocuk! " diye içinden geçirdiysede o an içtiği kanın damakta kalan tadını hala istediğini inkar edemezdi. Gözlerinden dökülen incileri ancak damlalar kızın yüzüne düştüğünde fark edebildi. Kızın kendi gözyaşlarıyla karışmıştı. Buna rağmen hala gülümseyen ona, acı ve pişmanlık dolu bir ifade ile baktı.
" Ben, yaşayacağım değil mi? "
Bu soruyu duyduğunda gözyaşları artık bir sele dönüşmüştü. Küçük, umut taşıyan bir çocuğa öleceğini nasıl söyleyebilirdi? O minik kalbin parçalayacak kudrette biri değildi. Ama o minik gülümsemeyi solduran da o olmuştu. Gözyaşlarının ardından titrek sesiyle konuştu;
" Evet. Sadece biraz uyuyacaksın. "
Yüzündeki o yapay gülümseme gözyaşlarıyla birleşince ne kadar inandırıcı oluyordu bilmiyordu. Ama kız görünüşe göre bu beyaz yalana kanmıştı. O an sesi çıkamaz oldu. Bir kere daha nefessizce öksürdükten sonra o kesik kesik gelen soluk sesini duyamaz olmuştu. Artık o küçük kız yoktu. Umut ve hayaller taşıyan küçük kız...
Cansız bedenin üstüne biraz daha eğilerek kızı alnından öptü. Ne de olsa buna onun bu günkü mutluluğu sebep olmuştu. Eğer o gün bu kadar mutlu olmasa, asla kanı akmazdı. O zaman kız kontrolü kaybederek de ona saldırmazdı. Sonuçta bu yine onun suçuydu. Elleriyle yüzünü kapadı. Kıza saldıracağına sakinleştirme şansı vardı. Ama o bu kadar güçsüz düşmüştü. Kendini bu kadar acınası hallerde göreceğini hiç düşünmemişti. Ama bu da olmuştu işte. O küçük kız tüm neşesini ve hayallerini yanına alarak sonsuza kadar gitmişti.